26 Ocak 2014 Pazar

    İstanbul ilinin Eminönü ilçesinde yer alan tarihi bir parktır.     Alay Köşkü, Topkapı Sarayı ve Sarayburnu arasında yer alır.
Gülhane Parkı, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Topkapı Sarayı'nın dış bahçesiydi ve içinde bir koru ve gül bahçelerini barındırırdı. İstanbul şehremini operatör Cemil Paşa (Topuzlu) zamanında düzenlenerek 1912 yılında park haline getirildi ve halka açıldı. 

    Toplam alanı 163 dönüm kadardır. Parkın girişinde sağ tarafta İstanbul şehremini ve belediye başkanlarının büstleri vardır. Ayrıca, Sarayburnu kısmında Atatürk'ün Cumhuriyetten sonra dikilen ilk heykeli (3 Ekim 1926) bulunur. Heykel, Avusturalyalı mimar Kripel tarafından yapılmıştır. Parkın ortasından iki yanı ağaçlı yol geçer. Bu yolun sağında ve solunda dinlenme yerleri, çocuk bahçesi bulunmaktadır. Boğaza doğru kıvrılarak inen yokuşun sağında ise Romalılardan kalma Gotlar Sütunu vardır. 

     Parkın Sarayburnu kısmı eskiden Sirkeci demiryolu hattı üstünden bir köprüyle ana parka bağlıydı. Bu kısım sonradan sahilyolu (1958) ile parktan ayrıldı. Atatürk, halka latin harflerini halka ilk defa bu parkta 1 Eylül 1928 tarihinde gösterdi. Atatürk'ün naaşı Ankara'ya gönderilirken, İstanbul'daki son tören Gülhane Parkı'nın Sarayburnu bölümünde 19 Kasım 1938 tarihinde yapıldı. 

    Tabut, top arabasından 12 general tarafından alınarak Yavuz zırhlısına götürülmek üzere rıhtımdaki bir dubaya yanaşan Zafer destroyerine konuldu.
Yıllardır çok kötü ve harap bir şekilde bulunan park 2003 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından restore edilerek, eski görkemli günlerini aratmayacak bir duruma getirildi.

BEYAZIT II CAMİİ VE KÜLLİYESİ
   Beyazıt Camii, İstanbul'un merkezî bir yerinde, şehrin Bizans devrindeki en bü­yük meydanı olan Forum Theodosiacum veya Forum Tauri'nin bir köşesinde Sul­tan II. Bayezid tarafından inşa ettirilmiş­tir. Külliye bir cami, türbe, aşhane-ima­ret, sıbyan mektebi, tabhâneler, medre­se, hamam ve kervansaraydan ibarettir. Bütün bu yapılar Fâtih Camii ve Külliye­sinden farklı olarak onun gibi tamamen simetrik bir esasa göre değil, fakat şeh­rin ortasındaki bu araziye dağınık bir bi­çimde yerleştirilmiştir. Cami, cümie ka­pısı üstünde hattat Şeyh Hamdullah ta­rafından celî-sülüs ile yazılan Arapça ki­tabesine göre 906 Zilhiccesi sonunda yapımına başlanmış ve 911 "de (1505) tamamlanmıştır.
   Ayvansarâyî Hadîkatü'l-cevâmi' adlı eserinde (l, 200), aynı semtte bulunan Mimar Hayreddin Camii vesilesiyle, bu caminin banisinin Sultan Bayezid mima­rı olduğunu bildirdiğinden, uzun süre Beyazıt Camii ve Külliyesi'nin Mimar Hayreddin'in eseri olduğu kabul edilmiştir. Sonraları, Lâleli Camii karşısında cadde kenarında Merdivenli Mescid adıyla ta­nınan küçük bir hayratı olan Mimar Kemâleddin'in Beyazıt Camii'nin mimarı olabileceği hususunda değişik bir görüş ileri sürülmüştür. Mimar Kemâleddin'in mezarı olduğu sanılan yerdeki kemikle­ri, İhtifaici Mehmed Ziya Bey'in Öncülü­ğü, Evkaf Nezâreti nazır vekili müderris Said Bey'in yardımı ve Mimar Muzaffer Mecid Bey'in gayretiyle büyük bir tören­le 1922 Şubatının ilk günlerinde Beyazıt Camii hazîresine taşınmıştır. Uzun yıllar çatısız durumda kalan bu mescid ise 196Û'iı yıllarda yıktırılarak yerine bir iş hanı-apartman yaptırılmıştır. Niha­yet bazılarına göre ise Beyazıt Camii'nin yapımında her iki mimarın da çalıştıkla­rına ihtimal verilmektedir. Ancak Mimar Kemâleddin'in kabrinin taşınması sıra­sında bu iddiada tereddütler olduğu, A. Süheyl Ünver tarafından bir gazete ma­kalesinde dile getirilmiştir. Bu hususta Rıfkı Melûl Meriç tarafından ise çok de­ğişik ve yeni bir görüş ortaya atılmıştır. 1958'de basılan makalesinde, İstanbul Belediyesi Kütüphanesi'nde Muallim M. Cevdet Bey yazmaları arasında bulunan 0.71 sayılı belgeye dayanarak caminin yapım tarihini biraz farklı vermiş, buna göre inşaata 3 Rebîüiâhir 906'da başlandığı ve 14 Cemâziyelevvel 911'de tamamlandığı ve Sultan II. Bayezid tarafından ilk nama­zın cemâziyelevvelin ilk yarısında kılındı­ğı anlaşıldığı gibi, mimarının da Ya'küb Şâh b. Sultan Şâh adında bir usta oldu­ğu öğrenilmektedir. Mimarın halifeleri de Ali b. Abdullah ile Yûsuf b. Papas adın­daki sanatkârlardır. Aynı belgeye göre bina nâzın Mirliva Mustafa Bey'dir. İn­şaatta İstanbul yeniçeri cemaati çalış­mış, pencerelerin madenî parmaklıkları Sertopçuyan Bâlî Bey ve topçular kethü­dası Atmaca Bey idaresinde Topçular Ocağı tarafından dökülmüş, nakışlar Nak­kaşlar cemaati sanatkârları eliyle yapıl­mış, avize zincirleri Derviş Mehmed adlı usta tarafından imal edilmiştir. Aynı bel­gede, cami tamamlandıktan sonra bu­raya Kur'ân-ı Kerîm'ler, halılar, secca­deler, kandiller, askılar, fenerler, mum­lar, cüz mahfazaları, rahleler, avizeler, Kur'an keseleri ve daha pek çok eşya­nın kimler tarafından verildiği de kayıt­lıdır. Külliyenin bir unsuru olan medresenin inşasına cami bittikten sonra 912 (1506) başlarında başlanmıştır. Bu inşaatta bi­na emini Solakoğlu Ali ve kâtibi Hacı Ali'­dir, mimarı ise Yûsuf b. Papas'tır. İnşa­at 20 Rebfülevvel 913'te tamamlanmıştır. Külliyenin par­çalarından sıbyan mektebi de aynı tarih­lerde tamamlanarak tedrisata başlan­mıştır. Camiye 3 Receb 911 "de su verilmiştir.
Beyazıt Camii' nin Arapça vakfiyesi, Rumeli kazaskeri Meviânâ Abdurrahman Celebi tarafından düzenlenmiştir. Vakıf­lar
Genel Müdürlüğü'ndeki Türkçe vak­fiye ise Cemâziyelevvel 911 başlarında yazılmıştır. Vakfiyelere göre, külliyeye gelir sağlamak üzere Selanik'­te ve Bursa'da birer büyük kervansaray yapılmıştır. Bunların vakfiye tarihinden iki üç yıl sonra yapıldıkları tesbit edil­mektedir. Bursa'daki kervansaray (şimdi Pirinç Hanı) Muharrem 913 ile Rebîülevvel 914 ara­sında inşa edilmiştir. Ayrıca Selanik'te bir bedesten, bir başhâne, bir hamam ile esasları "kâfir yapısı" olan iki hamam daha vakfedilmiş, Edirne'de Kaleiçi'nde Yemişkapanı Kervansarayı da camiye va­kıf kaydolunmuştur. Vakfiyesinden an­laşıldığına göre Beyazıt Camii ve Külli-yesi'nin gayet kalabalık bir hizmetli kad­rosu vardır.
Beyazıt Camii'nin inşaatı bittikten pek az sonra, 915'te (1509) İstanbul'da pek çok binayı harap eden, kırk beş günlük bir müddet içinde zaman zaman tekrarlanan ve "küçük kıyamet" denilen bir zel­zele olmuş, herhalde bu sırada binada da bazı hasarlar meydana gelmiştir. Fa­kat bu tahribatın ne derecede olduğu bilinmemekle beraber caminin kubbesi­nin "dağılıp pare pare olduğu" Künhü'î-ohbdr'daki bir kayıttan öğrenilmekte­dir. Vakıflar başmimarı Ali Saim Ülgen'-den şifahî olarak öğrenildiğine göre ca­minin İki yarım kubbesinden biri ahşap­tır. Eğer bu doğru ise yarım kubbeler­den birinin 1509 veya daha sonraki bir zelzelede çöktüğü, ardından da ahşap olarak onarıldığı kabul edilebilir. Ancak bu hususun önce doğruluk derecesinin araştırılması gereklidir.
Mimar Sinan'ın eserlerinin adlarını ve­ren Tuhfetül-mi'mârm'öen, Beyazıt Ca­mii'nin XVI. yüzyıl içerisinde onun tara­fından bir kemer inşa edilerek destek­lendiği öğrenilmektedir. Bu kaynakta, "... ve İstanbul'da Merhum Sultan Baye-zid'in câmi-i şerifi bir kemer-i cedîdle istihkâm bulmuştur, fi sene 981 (1573-74)" denilmektedir. İstanbul kadısı ile Hassa mimarbaşısına (Mimar Sinan) gön­derilen S Cemâziyelâhir 988 tarihli bir yazıdan öğrenildiğine gö­re, Beyazıt Camii mütevellisinin talebi üzerine, "türbe bağçesinin çarşu cani­binde" vakfa gelir sağlayacak beş adet dükkânın inşası için keşif yapılması is­tenmiştir. Evliya Çelebi'nin yazdığına gö­re Beyazıt Camii'nin etrafında XVII. yüz­yılda geniş bir dış avlu vardı. Aslında üs­tü açık olan şadırvan havuzu Sultan IV. Murad (1623-1640) tarafından etrafına dikilen sekiz sütun üzerine oturan bir kubbe ile örtülmüştür. İstanbul'un bü­yük yangınlarından Beyazıt Camii ve çev­resi de zarar görmüştür. 1683'tekİ bir yangında minare külahları tutuşmuş, 1741'de de diğer bir yangın caminin et­rafındaki dükkânları yok etmiştir. 1156 Ramazanında minarelerden birine yıldırım isabet etmesi üzerine tu­tuşan külah "bir mum gibi" yanmıştır. Bir belge, 1167 Zilhiccesi başlarında Beyazıt Camii'nin kubbesinin ta­miri için Karamürsel'den ot taşı getirtil­mesi istenildiğini bildirir. 1760 ve 1767'-de iki defa şeyhülislâmlık makamına ge­tirilen Hacı Veliyüddin Efendi, değerli eserlerden meydana gelen kütüphane­sini Beyazıt Camii'nin sağ tarafına bi­tişik olarak yaptırdığı müstakil binada toplayarak 1181'de (1767-68) vakfet­miştir. Doğu tarafındaki kapı üstünde bulunan kitabe hattat Mustafa b. Meh-med'in imzasını ve 1212 (1797-98) tari­hini taşıdığına göre Beyazıt Camii bu yıl­larda bir tamir görmüş olmalıdır. Cami­nin kıble tarafında Sultan II. Bayezid'in türbesinin bulunduğu hazîreye XVIII ve bilhassa XIX. yüzyıllarda pek çok kişi gö­mülmüş, ayrıca hazîre duvarı köşesine Sadrazam Reşid Paşa için İsviçreli mimar G. Fossati tarafından Tanzimat üslûbun­da bir türbe yapılmıştır. Bu nazirenin se­çilmesindeki sebep, herhalde Reşid Pa-şa'nın babası Mustafa Efendi'nin Sultan II. Bayezid vakıfları rûznâmçe*cisi olu­şudur. Bu türbede Reşid Paşa'dan baş­ka üç oğlu, Cemil Paşa, Ali Galip Paşa ile Salih Bey de yatmaktadır. Reşid Paşa'-nın zevcesi Âdile Hanım'ın kabri ise tür­benin dışında hemen yanındadır. Caminin tabhâne*lerine bitişik olarak sonra­dan ilâve edilmiş ahşap eklemeler 1920'-den sonra sökülüp kaldırılmış, 1950 yıl­larında da iç avlu döşemeleri yenilenmiş, minarelerde bazı tamirler yapılmıştır.
İstanbul'un en merkezî yerinde bulun­duğundan çeşitli esnaf Beyazıt Camii av­lusu ve çevresinde toplanmıştır. Hatta XVIII. yüzyılda dış avluda kasapların bu­lunduğu bilinmektedir. XIX. yüzyılda ca­minin iç avlusunda revakların içinde ve kısmen Önlerinde ramazan ayında "Ra­mazan Sergisi" adıyla bir açık pazar ku­rulması şehrin özelliklerinden biriydi. Bu pazar 1922'Ierden sonra kaybolmuş, yal­nız eski Sahaflar Çarşısı yandıktan son­ra şimdiki kagir dükkânların yapımı bi­tinceye kadar eski kitapçılar 1951-1954 yıllarında revak kubbelerinin altında ge­çici dükkânlar ve sergiler yaparak işle­rini sürdürmüşlerdir. Sonra bu sergi ve dükkânlar kaldırılmıştır.
İstanbul'un Bizans devrindeki tarihî topografyası hakkında araştırma yapan­lardan bazılarının iddiasına göre Beya­zıt Camii'nin yerinde evvelce Hagia Anas-tasia Kilisesi bulunuyordu. Fakat bu gö­rüşü kuvvetlendirecek sağlam bir daya­nak yoktur. Cami yapıldığında etrafı se­lâtin camilerinin hepsinde olduğu gibi geniş bir dış avlu ile çevrili bulunuyor­du. Hatta bu avlunun yılda iki defa te­mizlenip süpürülmesi usulden olmuşken bu işin bir süredir ihmal edilmesi üzeri­ne 26 Zilkade 993'te İs­tanbul kadısına temizliğin yaptırılması ihtar edilmiştir. Bugün bu dış ihata du­varından hiçbir iz yoktur. Beyazıt Camii'­nin dış avlusu durumundaki meydanın tarih içindeki gelişme ve değişiklikleri ise ayrı bir araştırma konusu olacak de­recede zengindir. Caminin esas avlusu dışarıya üç kapı ile bağlantılıdır. Bunlar­dan ortadaki Eski Saray tarafında oldu­ğundan saray kapısı, soldaki imaret ka­pısı, sağdaki ise meydan kapısı olarak adlandırılmıştı. Bu kapıların dış yüzleri âbidevî bir görünümdedir. Methal açık­lığı mukarnasiı mermerden muhteşem bir nişin içinde açılmıştır. Burmalı bir çer­çeve ile sınırlanan kapıların tepelikleri zengin profilli tomurcuklar ile taçlanmış­tır. Kare biçimli harim avlusu içeride yir­mi dört kubbeli revaklarla çevrilmiş olup mermer döşeli avlunun ortasında şadır­van bulunur. Avlu mermerlerinin arala­rında geniş kırmızı porfir taşı levhalar görülür. Bunların Bizans devri lahitlerinden kesilmiş ve yontul­muş olmaları kuvvetle muhtemeldir. Şadırvanın, IV. Murat tarafından yaptırıl­dığı bildirilen kubbe ve saçağını taşıyan yeşil somaki sütun gövdeleri de devşir­me parçalardır. Bunların altlarında priz­ma biçimindeki kaidelerin de Bizans sü­tun başlıkları olup yontulmak suretiyle üstleri düzlendikten sonra kullanıldıkla­rı anlaşılmaktadır. Revaklardaki sütun gövdeleri de çeşitli renk ve cinsten taş­lardandır. Devşirme olan bu gövdelerin üstlerindeki başlıklar mukarnasiı Türk başlıklarıdır. Revak kemerleri de beyaz ve kırmızı mermerden yapılmıştır. Avlu revaklarının yedi kubbesi son cemaat yerine aittir. Buradaki cümle kapısı kla­sik devir Osmanlı mimarisinin muhteşem bir eseridir. Ahenkli bir biçimde taştan işlenmiş kordonlarla bölünen kapı nişi mukarnasiı bir başlığa sahiptir. Esas ka­pı kemeriyle mukarnasiı bölüm arasın­da ise yapının kitabesi yer almaktadır. Cümle kapısı kanatları zengin surette iş­lenmiş, altın yaldızlı madenden kaboşon-lar ile süslenmiştir.
Caminin içi kare şeklinde olup dört payeye oturan dört büyük kemer Aydın Yüksel'in ölçüsüne göre 16,78 m. çapın­daki kubbeyi taşır. Bu ana kemerlerden ikisinin içlerine demir kenetler konulmak suretiyle desteklendikleri tesbit edilmiş­tir. Harimin ana mekânı, kıble ekseni üzerinde iki yarım kubbenin destekledi­ği ana kubbe ile örtülmüştür. İki yan­daki tâli mekânlar ise dörder bölüm ha­linde olup bunların her biri küçük birer kubbe ile örtülüdür. Bu yan bölümler­den de dışarı açılan birer kapı vardır. Sağdaki bölüm dizisinin kıble duvarına komşu olan sonuncusu içinde, on dev­şirme sütun üstüne oturan bir hünkâr mahfili yapılmıştır. Dıştan bir merdiven­le ulaşılan bu mahfil şebekeli bir korku­luğa sahiptir. Çeşitli renklerdeki sütun­ların başlıkları zengin biçimde mukar­nasiı olarak işlenmiştir. Mahfilin altında­ki ahşap tavanın da aslında altın yaldız­lı ve nakışlı olduğu tesbit edilmiştir. Bu mahfilin simetriği olan köşede duvar için­de bir merdivenin varlığı belirlenmiştir. Niçin yapıldığı pek anlaşılamayan bu merdiven, aslında teamül gereğince sol tarafta inşası tasarlanan hünkâr mah­fili için yapıldığı, fakat sonraları bu pro­jenin değiştirildiği ihtimalini hatıra ge­tirmektedir.
Mihrap, minber, müezzin mahfili ile giriş duvarına konsollar üzerine oturan kadınlar mahfili itinalı taş işçiliğine sa­hip kısımlardandır. Bunlardan bilhassa minberin dantela gibi işlenmiş olması kayda değer bir özelliktir. Kapı ve pen­cere kanatları da devrinin ahşap işçili­ğinin en güzel örneklerinden sayılabilir. Beyazıt Camii'nin ana mekânının bir esas kubbeyi iki yarım kubbenin destekleme­sine dayanan sistemi Ayasofya'nın Ör­tü düzenine benzediğinden, bu yapının Ayasofya'nın ilhamı ile yapılmış onun bir benzeri, hatta taklidi olduğu yabancı ya­zarlar tarafından devamlı olarak tekrar-lanmışsa da Ayasofya'daki statik zayıf­lığın burada olmayışı, Beyazıt Camii1 ni yapan mimarların başka merhalelerden geçerek bu neticeye ulaştıklarını göste­rir. Beyazıt Camii Edirne'deki Üç Şerefe-li, İstanbul'da birinci Fâtih ve Atik Ali Pa­şa camilerinde uygulanan gelişmelerin tabii bir sonucu olarak meydana getiril­miş bir eserdir.
Tabhâneler. Erken Osmanlı devrinde za­viye mahiyetinde olan tabhâneler birçok durumda ayrı binalar olarak yapılırken vezir camilerinde caminin iki yanına bi­tişik, kubbeli birer veya ikişer mekân halinde inşa edilmiştir. Bu yüzden de esas görevleri hiç araştırılmaksızın böy­le dinî binalara "ters T tipi camiler" gibi anlamsız bir ad takılmıştır. Halbuki bü­yük seiâtin camilerinin birkaçında bu tab-hânelerin vezir camilerinde de olduğu gibi ana ibadet mekânının iki yanına bi­tiştirildik! eri görülür ki bunlardan biri de İstanbul'daki Beyazıt Camii'dir. Bu­rada caminin iki yanına bağımsız birer kitle halinde tabhâneler inşa edilmiştir. Dışarıda girişleri olan bu yapıların orta­da, evvelce üzerlerinde aydınlık fenerle­ri olan kubbeli birer kapalı avlu mahiye­tindeki orta bölümleri ile buna açılan iki taraflarında  ocaklı ve  kubbeli  dörder hücreleri vardı. Böylece bunlar "âyende ve revende'nin (gelen giden) kısa süreli olarak barınmasına, misafir edilmesine mahsus mekânlardı. Sonradan bu gelenek ortadan kalktık­tan sonra tabhânelerin ana bölümleri, esas cami ile aralarındaki duvarlar kal­dırılarak bunlar namaz mekânlarına ka­tılmış, ortada kapalı avlu geleneğini ya­şatan kubbe fenerleri de kaldırılarak bu­ralara Türk mimarisine uymayan garip ve gülünç kümbetler yapılmıştır. Evliya Celebi de, "Camiye muttasıl yemîn ve yesârında müsâfırîn için iki adet tabhâ-ne bina olunmuş" dedikten sonra, "ba1-dehu mezkûr tabhâneleri camiye ilhak idüp câmi-i şerif iki cihetten tevsî olun­du" cümlesiyle bu olayın en azından ken­di yaşadığı yıllardan önce veya o sıralar­da cereyan ettiğini belirtir. Beyazıt Ca­mii tabhâneli veya zâviyeli camilerin en büyük örneklerinden biri olarak sanat tarihinde ayrı bir yere sahiptir.
Minareler. Beyazıt Camii'nin minarele­ri Osmanlı devri Türk mimarisinde çok değişik bir sistem uygulanarak tabhâ­nelerin en dış köşelerine yerleştirildiğin­den aradaki açıklık 79 metreyi bulmak­tadır. Taştan olan minarelerden 1953-1954'te tamir edilen sağdaki orijinal süs­lemesini zamanımıza kadar korumuş­tur. Gövdede pişmiş topraktan kırmızı renkte kuşaklardan başka gövdenin yu­karı bölümünde yine aynı malzemeden geometrik bir süsleme kaplaması görü­lür. Şerefe çıkmaları ise sarkıtmalı fsta-laktitli) mukarnaslar ile bezenmiştir. Sol­daki minare gövdesinde hiçbir renkli süs­lemenin olmayışına karşılık şerefe çık­maları altında ötekinde olduğu gibi sarkıtmalı mukarnaslar vardır. Bu minare gövdesinin bilinmeyen bir tarihte bir ye­nileme gördüğüne işaret sayılmalıdır. Fa­kat bu minareler bilhassa kürsü kısım­larının mimarisi ve süslemesi bakımın­dan önemli ve hemen hemen eşsizdir. Başlı başına birer mimari varlık olarak tasarlanmış olan bu kürsülerin köşele­rinde stalaktitli başlıklı yarım sütunlar­dan başka minareye geçit veren ve dış­tan irtibatlı âdeta âbidevî karakterde ka­pılar da vardır. Bu kapılar renkli mer­merlerle çerçevelenmiş böylece zengin bir görünüm almıştır. Kürsülerin yukarı bölümlerinde ise kırmızı, beyaz ve yeşil renklerde kare panolar yapılmış olup bunlardan meydana bakanların geomet­rik şebeke motifleriyle süslenmesine kar­şılık yanlarda kûfî hatla, "satrançlı" de­nilen (hatt-ı ma'kilî) yazı ile girift biçimde dört "elhamdülillah" yazılmıştır. Ka­pıların üstlerinde de aynı hatla İhlâs sü­resi işlenmiştir. Kürsülerin pabuç ile bir­leştiği yerde ise avlu kapılan taçlarında da görülen tomurcuk dizilerinin tekrar­landığı dikkati çeker.
Türbeler. Sultan II. Bayezid'in türbesi ölümünden sonra oğlu Yavuz Selim tara­fından caminin kıble tarafındaki boş yere inşa ettirilmiştir. Her bir kenarı 5,35 m. Ölçüsünde sekizgen biçiminde olan ve köfeki taşından yapılan türbenin üstü­nü sağır kasnaklı bir kubbe örter. Her cephede altlı üstlü iki pencere vardır. Giriş kısmındaki geniş saçaklı hol, her­halde daha eski bir benzerinin yerine XVIII. yüzyıl sonlarına doğru yapılmış ol­malıdır. İki renkli taşlardan yapılan kapı kemeri üstündeki kitabe yerine boya ile besmele yazılmıştır. Çok zengin oyma­lar ile işlenmiş, geçmeli kapı kanatlan ayrıca altın yaldızlı madenî kaboşonlar-la süslenmişse de maalesef bunların ço­ğu çalınmıştır. Türbenin içindeki kalem işi süslemeler geç devrin barok üslûbun-dadır. Bayezid'in sandukası tek olarak ortada bulunur. Kubbeden bir avize sark­maktadır. Pencerelerdeki ahşap kapak­lar orijinaldir.
Bu türbenin yakınında daha ufak öl­çüdeki diğer bir türbe ise Sultan Baye­zid'in kızı Selçuk Hatun'a (Sultan) aittir. Aynen padişahınki gibi bu da her cep­hesi 3.65 m. ölçüsünde olmak üzere se­kiz köşeli ve kubbelidir. Selçuk Sultan 1508'de ölmüş ve türbenin vakfiyesi de aynı tarihlerde tanzim edilmiştir. Çok sade olan türbenin içinde geç devrin ka­lem işi nakışları vardır. Türbede sadece Selçuk Sultan'ın sandukası bulunmak­tadır.
Medrese. Beyazıt Külliyesi'nin medre­sesi caminin uzağına bağımsız bir bina halinde yerleştirilmiştir. Vakfiyelerde adı geçmediğinden ve 7 Muharrem 912 tarihli bir belgeden, medre­senin yapımına cami inşaatı bittikten sonra başlandığı, mimarının Yûsuf b. Pa-pas, bina emininin Solakoğlu Ali, kâtibi­nin de Hacı Ali olduğu öğrenilmektedir. Her üçüne de 913'te (1507) çeşitli hedi­yeler ihsan edildiğine göre inşaat bu ta­rihte bitmiş olmalıdır. 1509'daki zelze­lede büyük ölçüde zarar görmüş ve hat­ta tamamen yıkılmıştır. Fakat felâketin hemen arkasından tamir edilmiş ve şeh­rin en önemli medreselerinden biri haline gelmiştir. Genellikle şeyhülislâmların ders verdikleri bu medresede Zenbilli Ali Efen­di, İbn Kemal gibi meşhur zatlar hocalık yapmışlardır. Medresenin çok bakım­sız durumda olması yüzünden 1911 ve 1915'te raporlar yazılmış, ancak 1940'-Iı yıllarda büyük ölçüde tamir görerek 1943'te Belediye Şehir Kütüphanesi ya­pılmıştır. Kırk yıl bu şekilde hizmet et­tikten sonra Belediye Kütüphanesi bu­radan çıkmış ve medrese günümüzde Vakıflar Hat Sanatları Müzesi olmuştur.
Beyazıt Medresesi evvelce Önündeki meydandan taş örülü bir duvarla ayrıl­mıştı. Meydana açılan klasik üslûpta bir kapısı vardı. Burası kütüphane yapıldık­tan sonra bu duvar indirilmiş ve derzle­ri boşluklu taş kaplanmış, bu da şiddet­li tenkitlere yol açmıştır. İstanbul'da 1956-1959 yıllarında yapılan büyük is­timlâkler sırasında Beyazıt Meydanı da oyulduğunda bu duvar bütünüyle orta­dan kaldırıldığından medrese açıkta kal­mıştır. Medrese 44 X 36,60 m. ölçüsün­de olup iç avlunun etrafını üç taraftan kubbeli revaklar sarar. Bu revakların ke­merleri genellikle olduğu gibi sütunlara değil kare taş payelere oturmaktadır. Cümle kapısının tam karşısındaki kenar­da yer alan dershane - mescidin üstü 7,40 m. çapında bir kubbe ile örtülüdür. Medresenin her tarafında kesme taş kul­lanılmış olmasına karşılık dershane-mes-cid taş ve tuğla şeritleri halinde inşa edil­miştir. Medresenin cümle kapısı sivri ke­merli büyük bir eyvanın içinde açılmış­tır. Bu eyvanın da tepeliğinde camideki gibi taştan tomurcuk dizileri sıralanır. Revakların arkasında her biri ocaklı, do-laplı ve dışa penceresi olan kubbeli yir­mi odası vardır. Avlu ortasında ise bir şadırvan bulunur. Halk arasında bu medreseye, cephesi önünde eskiden beri du­ran bir havuzdan dolayı Havuzlu Med­rese denilirdi; havuz 1956 yılı istimlâk­lerinde yok edilmiştir.
Sıbyan Mektebi. Caminin kıble tarafın­da, nazirenin de İlerisinde olan sıbyan mektebi vakfiyeye göre yetim ve fakir çocuklara şart koşulmuştur. 20 Rebîülev-vel 913'te muallim ve halifesine ücret tahakkuk ettiğine gö­re mektep bu tarihte faaliyete geçmiş­ti. İhmaller sonucu çok harap duruma düşen bu küçük eser 1960'a doğru Va­kıflar tarafından tamir ettirilmiş, fakat mimarisine uymayan bir işe tahsis edi­lerek Hakkı Tarık Us Kütüphanesi yapıl­mıştır. Bu tahsisin yanlışlığı aradan yıi-lar geçtikten sonra anlaşılmış bulunu­yor. Beyazıt Külliyesi'nin sıbyan mekte­bi, önünde dört sütuna ve iki yan duva­ra dayanan bir sundurması olan yan ya­na bitişik ikisi de kubbeli çifte mekân­dan ibarettir. Bunlardan soldaki geniş bir eyvanla dışarı açılır. Buradan geçilen ikinci kubbeli mekân ocaklıdır ve esas mektep kısmıdır. Bu bina İstanbul'un sıb­yan mektepleri arasında tamamen de­ğişik bir plan düzeni gösteren bir yapı olarak çok dikkat çekicidir. Eyvanlı ka­nat Asya ve eski Anadolu Türk mimari­lerinin geleneğini sürdüren bir eleman­dır. Erken Osmanlı mimarisi Orta Asya'­dan beri gelen eyvanı, üstünü kubbe ile örtmek, fakat bir cephesini kemerle dı­şarı açmak suretiyle bir süre kullanmış­tır. Beyazıt Sıbyan Mektebi de bu pren­sibin İstanbul'daki son ve nâdir bir ör­neğidir.
İmaret ve Kervansaray. Vakfiyede "İma­ret, matbahlar ve kilerler" olarak tarif edilen Beyazıt Külliyesi'nin aşhane-ima-reti ile kervansarayı caminin sol tarafın­da inşa edilmiştir. Aşhane-imaret, orta­sı şadırvanlı bir avlu etrafındaki kubbeli mekânlardan meydana gelmiştir. Arka­daki büyük bacalı mekânların mutfak olduğu anlaşılır. Evvelce avlunun orta­sında yer alan şebekeli fıskiyeli şadırvan kaldırılarak buraya günümüzde avluyu örten modern çatıyı taşıyan beton direk oturtulmuştur. Avluyu çeviren kubbeli mekânların tam olarak esas görevleri bilinmezse de bunların erzak ambarı, tartı yeri, fırın, mutfak, yemek dağıtma yeri ve yemekhane (me'kel) oldukları an­laşılmaktadır. Bu binanın soluna bitişik olarak altı bülümü kubbelerle örtülü ker­vansaray bulunmaktadır. İki taş paye­nin taşıdığı kemerlere oturan eş ölçüde­ki altı kubbe kurşun kaplıdır. Kervansa­ray veya han olarak adlandırılan bu büyük yapının Eski Saray tarafındaki yan cephesine XIX. yüzyılın ortalarında, şim­di üniversite merkez binası olan Seras­kerlik binası yapıldığında, Misafirhâne-i Askerî adı verilen askerî lojman eklen­miştir. Seraskerlik bahçe duvarı altın­daki dükkânlar Üe (Bakırcılar Çarşısı) ay­nı üslûpta olan bu taş bina sonraları Diş­çilik Yüksek Okulu olmuş ve boşaltıldık­tan sonra 1960 yıllarına doğru İstanbul Belediyesi tarafından yıktırılması için bü­yük gayret harcanmıştır; neticede yarı cephesinden bir kısmının kesilmesi su­retiyle binanın kalanı kurtarılmıştır.
Beyazıt aşhane-imareti 1301'de (1883-84) Sultan II. Abdülhamid tarafından umumi kütüphane yapılmıştır. Bu vesi­le ile esas binanın meydana bakan cep­hesine XIX. yüzyılın "karma" (eklektik) üslubunda taştan bir kaplama "giydiril­miş", kapı ve pencerelerin biçimleri bu üslûba uydurulmuş ve kapısı üstüne Sul­tan 11. Abdülhamid'in tuğrası altına, ta1-lik hatla yazılmış manzum iki tarih kita­besi konulmuştur. Aşhane-imaretin sa­ğındaki bölümler, kitap hacmi gittikçe artan kütüphanenin yer ihtiyacını karşı­lamak üzere, sonraları 1947-1955 yılla­rı arasında restore edildiği gibi askeri misafirhanenin kurtarılan parçası da uzun gayretlerden sonra Beyazıt Kütüp-hanesi'ne tahsis edilmiştir.
Diğer Yapılar. Beyazıt Camii ile aşha­ne-imaret arasındaki boşlukta Sultan II. Mahmud tarafından ahşap bir Kasr-ı Hümâyun yaptırılmıştır. Aynî divanın-daki manzum tarih kitabesinden 1225 (1810) tarihinde inşa ettirilmiş olduğu öğrenilen bu zarif bina harap bir hale gelmekle beraber zamanımıza kadar ulaşmıştı. Zemin katının üstünde bir as­ma kat, bunun üstünde de çifte sıra pen­cereli, dışa şahnişin çıkmalı esas kasır bulunuyordu. Türk sivil mimarisinin İs­tanbul İçindeki bu son değerli örneği ne yazık ki 1933'e doğru İstanbul Beledi­yesi tarafından yıktırılarak ortadan kal­dırıldı. Ressam A. Ziya Akbulut (ö. 1938) tarafından son haliyle kasrı avludan tas­vir eden yağlı boya tekniğinde yapılmış tablo, şimdi Dolmabahçe Resim ve Hey­kel Müzesi'nde bulunmaktadır.
Evliya Çelebi Beyazıt KüIIiyesi'nde bir de muvakkithâne bulunduğunu bildirir. Bugün bu binanın yeri tesbit edileme­mektedir. Aynı şekilde yine Evliya Çele-bi'nin "Sebilhâne-i Sultan Bayezid Velî" olarak adlandırdığı sebilin de yeri bilin­miyor. Tarih beytinden IH. Murad zama­nında yapıldığı anlaşılan sebilin şimdiki rektörlük binası ile eczacılık fakültesi arasındaki sokağın başında olduğu ileri sürülmüştür. İstanbul'un Kırım Harbi yıl­larında 1855'e doğru Robertson adında bir İngiliz tarafından çekilen ilk fotoğ­raflarında, meydanda caminin sağ mi­naresi hizasında farkedilen. XIX. yüzyıl­da hâkim olan "empire" üslûbunda tek katlı bir binanın belki de Beyazıt Muvak-kithânesi olabileceği bir ihtimal olarak düşünülebilir. İkinci bir ihtimal de Sul­tan 11. Bayezid vakıfları mütevellisi ta­rafından 1800-1805 yılları arasında Ku-lekapulu Seyyid Hasan eliyle çizdirilen su yolu haritasında meydan ortasında işa­retlenen Fincancı Kolluğu'nun (Karakol) bu bina olmasıdır.
Kaynak: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi



      İstanbul’un siluetini minareler ve kubbeler süsler. Şehrin en büyük ve görkemli camii Süleymaniye Camiidir. Dış ve iç estetiği, fevkalade muntazam, göz okşayıcı proporsiyonları seyredeni büyüler. Süleymaniye Camii bir mimari şaheserdir. 16. yy., Türk Osmanlı İmparatorluğunun her bakımdan gelişmiş ve ilerlemiş olduğu bir devirdir. 36 Osmanlı Sultanı arasında 47 yıl ile en uzun hüküm süreni Kanuni Sultan Süleyman’dır. Bu büyük şöhretli Sultan, kendi adına yaptırtacağı camii Koca Mimar Sinan’a havale etmişti. Mimarlık dünyasının bir dehası olan Mimar Sinan, camii ve etrafını saran büyük kompleksi 1550-1557 yılları arasında tamamlamıştır. Türk sanatının klasik döneminin kurucusu ve geliştireni Mimar Sinan, sanatının üstünlüğünü burada da ispat etmişti. Caminin avlusunun etrafını çevreleyen büyük komplekste okullar, kütüphane, hamam, aşevi, kervansaray, hastane ve dükkânlar bulunur. Süleymaniye’nin dış güzelliğini seyredebilmek için yapıdan uzakta olmak gerekir. Galata Kulesi’nden veya Haliç’in Galata kesiminden, bu imparatorluk eseri bütün haşmeti ile görülebilir. Dört minaresi olan caminin esas mekânını büyük bir kubbe örter. Caminin ana girişi etrafı revaklarla çevrili, ortasında şadırvanı olan iç avludandır. İç mimarideki açıklık, bütünlük, ölçülü bir süsleme buranın haşmetli etkisini güçlendirir. 53 metre yüksekliğinde 26.50 m. çapındaki merkezi kubbeyi fil ayağı denilen dört büyük paye taşır. Mekânın bütün elemanları uyumlu bir armoni içerisindedir. Statik bakımından da yapının dengesi kusursuzdur. Zaman içinde İstanbul şehrini sarsan depremler burada tek bir çatlağa bile sebep olamamıştır. Kubbenin içi geçen yüzyılda yapılmış barok tesirli dekorasyondur. 
Yerdeki el yapısı tek örnek, mihraplı halı 1950’li yıllarda yerleştirilmişti. İçerideki en göz alıcı yer mihrap duvarındaki 16. yy. orijinal, fevkalade renkli, Türk motifleri ile süslü vitraylardır. Gayet sade mevlithanlar balkonu ve minber yanında, yine mermerden yapılmış mihrap nişinin etrafı çinilerle süslüdür. Sultan locası mihrabın solunda bulunur. Duvarlar Kuran’dan alınan ayetlerle süslüdür. Bunlar Türk kaligrafi sanatının çok güzel örnekleridir. Giriş ve yan cephelerde kadınlara ayrılmış balkonlar yer alır. Girişin sağında bronz kafesli bölme 18. yy. Türk maden işçiliğinin güzel bir örneğidir. Caminin arka avlusunda Sultan Süleyman’ın, bunun yanında da çok sevdiği karısı Roksana’nın büyük türbeleri bulunur. Etrafta değişik asırlarda yapılmış önemli kişilerin mezarları vardır. Süleymaniye kompleksinin bir ucunda küçük ve gayet mütevazı bir mezar bulunur. Burası 99 yıl şan ve şöhret ile yaşamış 50 yıl süre ile İmparatorluk baş mimarlığı yapmış, büyük usta Mimar Sinan’ın mezarıdır. Koca Sinan çalışkan ve verimli bir mimardı; uzun yaşamı boyunca 400’den fazla eser tamamlamıştı. Kurucusu olduğu klasik Türk mimarisinin en önemli temsilcisi de oydu. Eğittiği öğrencileri diğer İslam ülkelerinde de eserler üretmişlerdi.

                                                 FÂTİH CAMİİ VE KÜLLİYESİ

İstanbul Fatih'te fetihten sonra yapılan ilk selâtin camii ile etrafındaki külliye.
Fâtih Sultan Mehmed, kendi adına yapılan bu cami ve külliye binaları için şehrin ortasında Bizans'ın büyük değer verdiği On İki Havari (Hagioi Apostoloi) Kilisesi'nin yerini özellikle seçmiş görünmektedir. Bu seçim, artık buraya yeni bir inancın hâkim olduğunu gösterdikten başka şehrin bir tepesi üstünde inşa edildiği için İstanbul'un siluetine Türklüğün ve İslâmiyet'in damgasını da vurmuş oluyordu. Ayrıca burada şehircilik bakımından benzersiz bîr düzenleme tasarlanmıştır. Bütün binalar tam bir simetriye göre yerleştirildiği gibi ortasında caminin bulunduğu külliye İstanbul'un en önemli dinî ve kültürel merkezini oluşturmuştur.

Caminin İki yanında medreseler, bunların önünde bir tarafta tabhâne, öteki tarafta dârüşşifâ, daha ileride bir çarşı ile bir de hamam yer almıştı. Ancak Türkleşen İstanbul'un yeni bir medeniyet anlayışına göre imarının merkezi olan Fâtih Camii ve Külliyesi bütün elemanları ile günümüze kadar topluca korunamamıştır. Bazı elemanlar tamamen kaybolduğu gibi bazılarının arasına da XIX. yüzyıl sonlarından itibaren yeni binalar yapılarak külliyenin kendine has tertibi bozulmuştur.
Cami. Fetihten hemen sonra Ortodoks patrikliğine tahsis edilmişken çok harap bir halde olan bu On İki Havari Kilisesİ'nde barınamayan patriğin 1455'te başka bir yere taşınmak istemesi üzerine, Fâtih Sultan Mehmed ona diğer bir kiliseyi bağışlayarak buranın yerini kendi adına yaptıracağı külliyeye tahsis etmiştir. 867 Cemâziyelâhirinde burada başlayan inşaat 875 Receb ayına kadar sürmüştür, Bu külliyenin Khristodulos adında bir Rum mimar tarafından yapıldığı yolunda Eflak Voyvodası Demetrios Cantemir'in (ö. 1723) ortaya attığı iddia dayanaksız olup araştırmalar sonucunda Fâtih Camii ve Külliyesi'ni yapan mimarın Atik Sinan olduğu anlaşılmıştır. Ayrıca şu husus da göz önünde tutulmalıdır ki XV. yüzyılda yapılan bu selâtin camii ve külliyesi, bütünüyle Türk mimari geleneklerine uygun ve bunun tabii gelişmesinin bir halkası olarak meydana getirilmiştir. Bu külliyede Bizans sanatına işaret eden hiçbir iz yoktur. Muhakkak ki Süleymaniye Külliyesi 'nde de olduğu gibi işçiler arasında bulunan Bizanslı ustaların el emeğinden faydalanılmıştır.
Külliye yapıları, Edirne'deki Üç Şerefeli Cami ile Beyazıt ve Süleymaniye camileri arasında Türk selâtin camilerinin mimari gelişmesinin bir halkasıdır. Binalarda son dönem Bizans mimarisiyle hiçbir akrabalık olmadığı gibi külliyenin merkezi olan caminin planı da Türk mimarlığının tabii gelişmesinin bir safhasına işaret eder. Bizans'ta yapı faaliyeti yaklaşık XIV. yüzyıl ortalarından itibaren hemen hemen bütünüyle durduğuna ve büyük çapta bir dinî bina yapılmadığına göre fetihten sonra birden bire üstün kabiliyetli ve Türk yapı sanatını bilen bir hıristiyan mimarın ortaya çıkabileceğine inanmak mümkün değildir.
K. VVulzinger adındaki bir Alman mimar ve mimarlık tarihçisi 1933'te yayımladığı bir makalede garip bir görüş ortaya atarak Fâtih Camii'ni tam ölçüleri ve planı bile bilinmeyen Havariler Kilisesi 'nin temelleri üzerine oturtmak istemiş ve bu yolda bazı çizimler de yapmıştır. Sağlam bir dayanaktan yoksun olan görüş Âli Sâim Ülgen ve Halim Baki Kunter tarafından ciddi surette tenkit edilmiştir (1938). Esasen eski kilise ile caminin yönleri aynı olmadığına göre duvarlanndan faydalanılması da imkânsızdır.
Fâtih Sultan Mehmed'in İstanbul'daki hayır tesisleriyle ilgili olarak düzenlenmiş çeşitli vakfiyelerde Fâtih Camii ve Külliyesi hakkında bilgiler vardır. Arapça ve Türkçe olan bu vakfiyeler Tahsin Öz (1935), Vakıflar Genel Müdürlüğü (1938) ve Osman Nuri Ergin (1945) tarafından yayımlanmıştır. Saraçhanebaşı'nda kendi adına yaptırdığı mescid ve mezarı 1956-1958 yıkımlarında kaldırılan Mimar Ayaş'ın Fâtih devri mimarlarından olduğu bilinmekte ve Fâtih Camii inşaatında çalışmış olacağı da ayrıca tahmin edilmektedir. 1509 yılında meydana gelen ve "küçük kıyamet" denilen büyük zelzelede Fâtih Camii kubbesinin hasara uğradığı, hatta sütun başlıklarının parçalandığı ve kubbenin çarpıldığı, külliyenin dârüşşifâ, imaret ve medrese gibi yapılarının da özellikle kubbelerinde büyük zararlar olduğu bilinmektedir. 1557 ve 1754 depremlerinde yeniden hasar gören cami onarılmışsa da 1766 depremine dayanamamış, büyük kubbesi tamamen çöktüğü gibi duvarları da tamir edilemeyecek derecede yıkılmıştır. Sultan III. Mustafa, Hâşim Ali Bey'i bina emini tayin ederek önce türbe ve külliye binalarını yaptırmış, Fâtih Camii'nin yeni bir plana göre aynı yerde inşasına ise 4 Rebîülevvel 1181'de önce Sarım İbrahim Efendi, daha sonra da İzzet Mehmed Bey nezâretinde girişilerek 1185 yılı Muharreminde cami ibadete açılmıştır.
Bugünkü Fâtih Camii ilkinden çok farklı olmakla beraber bazı yerlerinde eskisini hatırlatan iz ve kalıntılar mevcuttur. Ayrıca XIX. yüzyıla kadar tek şerefeü olan minarelere bu yüzyıl içinde birer şerefe eklenerek boylan yükseltilmiş, aynı yüzyıl sonlarında da (herhalde 1894 zelzelesinden sonra) külahları taştan yapılarak yenilenmişse de 19661967'de tekrar kurşun kaplı ahşaba çevrilmiştir. Taş külahlar. Amcazade Hüseyin Paşa Külliyesi'ndeki Vakıflar Türk İnşaat ve Sanat Eserleri Müzesi'nde bir ara avluda yeniden kurularak korunmuştur. İlk Fâtih Camii'nin ortada bir büyük kubbesiyle mihrap tarafında bir yarım kubbesi ve yanlarda daha alçak üçer küçük kubbeli bölümleri bulunduğu eski resimlerinden anlaşılmaktadır. İlkinin şekli Mehmet Ağaoğlu. Âli Sâim Ülgen, Ekrem Hakkı Ayverdi ve Robert Anhegger tarafından hemen hemen kesinlikle tesbit edilmiş olmakla beraber bazı ayrıntılar üzerinde henüz tam bir fikir birliğine varılamamıştır. Ayrıca avlu döşemesinde işlemeli yüzleri tersine çevrilerek kullanılmış bazı mermerlerin Havariler Kilisesinin parçaları olduğu tesbit edilmiştir. İlk Fâtih Camii'nin dış görüntüsü ve planı, Kanunî Sultan Süleyman döneminde XVI. yüzyıl ortasında İstanbul'da bulunan Flensburglu ressam Lorichs'in (Lorck) çizdiği 11 m. uzunluğundaki İstanbul panoramasında ve eski bir su yolu haritasında görülmektedir. Kanunî Sultan Süleyman'ın ilk yıllarında İstanbul'a gelen ve şehrin ayn açılardan iki resmini çizen Flaman asıllı ressam Pieter Coeck van Aalst'ın ağaç oyma gravürlerinde de ilk Fâtih Camii Galata sırtlarından ve Ayasofya'dan görünümü ile tesbit edilmiştir. Bunlara göre cami, etrafı revaklarla çevrili bir iç avluyu takip eden bir son cemaat yerine sahipti. Kavsarası mukarnaslı bir taç kapıdan girilen ana mekânı ortada büyük bir kubbe örtüyordu. Bu mekânın İki yanında kubbeli daha küçük mekânlar bulunuyordu. Caminin mihrabı ise orta mekânın yarısı büyüklüğünde olan ileri taşkın bir bölümde idi. Bu bölümün üstü bir yarım kubbe ile örtülmüştü. İlk Fâtih Camii planı bakımından, ondan az sonra inşa edilen Çemberlitaş yanındaki Atik Ali Paşa Camii'nin çok daha büyük çapta bir benzeri idi. Ayrıca benzeri bir yapı şeması Konya'da II. Selim tarafından yaptırılan Selimiye Camii'nde de tekrarlanmıştır. İlk Fâtih Camii'nden bugüne ulaşabilen kalıntıların başında eski dış avlu kapısı gelir. Bunun üstünde kakma tekniğinde renkli taşlarla bezenmiş bir taç kısmı vardır. Cümle kapısı duvarı ve buna köşelerde bitişik iki minarenin kürsü, pabuç, hatta gövdelerinin başlangıçları da ilk Fâtih Camii'nden kalmıştır. Bunlardan birinci kürsü kısmında taşa işlenmiş olan güneş saati Süheyl Ünver'e göre XV. yüzyılın ünlü âlimi Ali Kuşçu'nun bir hâtırasıdır. İç avluda görülen iki pencere alınlığını süsleyen bir çift çini pano da ilk Fâtih Camii'ndendir. Tamamen XV. yüzyıl özelliğine sahip olan bu çini levhalardan birinde besmele, diğerinde Eski Fâtih Camii'nin Pieter Coeck van Aalts tarafından yapılan bir gravürdeki görünüşü Âyetü'lkürsrden bir kısım yazılmış olup aralarında yalnız XV. yüzyıl çini süslemelerinde görülen sarı renk kullanılmıştır. Bu kalıntılar göz önünde tutulduğunda ilk Fâtih Camii'nin içinin de çinilerle kaplı olduğu söylenebilir.

1766 zelzelesinin arkasından III. Mustafa tarafından yaptırılan bugünkü Fâtih Camii bütünüyle değişik bir düzende inşa edilmiştir. Avluyu takip eden ve son cemaat yerini ayıran kuzey duvarı  ilk camiden kalmış, genellikle kabul gördüğü üzere kıble duvarı ileri alındığından cami harimi daha da büyümüştür. Taçkapı üstünde ilk yapıdan kalan Ali Sofi hattıyla yazılmış iki satır halinde bir kitabe yer almaktadır. Caminin esas mekânı (harim), dört yarım kubbe ile desteklenen bir ana kubbe sistemine göre evvelce Şehzade, Sultan Ahmed ve Yeni Valide camilerinde uygulanan düzende yapılmıştır. Dört kemerin desteklediği bu örtü ortadaki dört payeye bindirilmiştir. İkinci Fâtih Camii'nin bütünü eski Türk klasik mimarisine uymakla beraber payelerin yanı yuvarlak köşe pahları, bilhassa kemer ve yarım kubbe başlangıçlarını ayıran kademeli profilli silmeler, XVIII. yüzyılın ikinci yansında Türk sanatına hâkim olan barok üslûbunun özelliklerine sahiptir. Caminin iç yüzeylerini kaplayan kalem işleri nakışlar da barok üslûbundadır. Fakat ikinci Fâtih Camii, İstanbul siluetindeki genel görünümü bakımından klasik üslûptaki eserlerden bir farklılık göstermez. Ayrıca kendinden daha önce yapılmış olan Nuruosmaniye Camii'nin ağır barok görünümünden de uzak kalarak Osmanlı dönemi Türk klasik üslûbuna daha yaklaşıktır.
Türbeler. Fâtih Türbesi. Fâtih Sultan Mehmed 148l'de Gebze yakınındaki Sultançayın'nda vefat edince cenazesi İstanbul'a getirildi ve Fâtih Camii'nin kıble duvarı önünde uzanan hazîre alanındaki türbeye gömüldü. Fâtih'in vefatından önce veya sonra mı yaptırıldığı kesin olarak bilinmeyen bu türbe, 1766 depreminde çevresindeki yapılarla birlikte harap olmuşsa da kısa zamanda onarılmıştır. Bu büyük onarım sırasında türbenin ilk yerine nazaran daha İleriye alındığı iddia edilmiştir. Buna göre türbe daha ileride yeni baştan yapıldığından Fâtih'in mezarı da şimdiki caminin mihrabı altında kalmıştır. Halbuki bazı yeni araştırmalara dayanan bir iddiaya göre Fâtih Camii'nin kıble duvarı ileri alınmamış, türbe de eski yerinde ve ilk binanın temelleri üzerinde kurulmuştur. Bu tartışma, ancak türbe duvarları ve döşemesinde yapılacak ciddi bir araştırma ile halledilebilir. Fakat yaygın bir söylentiye göre Fâtih'in naaşı, türbeden caminin mihrabı altına kadar uzanan bir dehlizin sonundaki bir mezar odasında bulunmaktadır. Burasının, aslında yerin derinliklerinde Havariler Kilisesi'nden kalma bir mahzenken türbenin inşasından sonra mezar odası olarak kullanıldığı düşünülebilir. Ayrıca bazı söylentilere göre Fâtih Sultan Mehmed'in naaşı burada tahnit edilmiş olarak durmaktadır. İl. Abdülhamid, bir heyete kabrin içine inme emri verip Fâtih'in cesedinin altındaki tabutluk tabanı değiştirilmiştir.
1782'deki Cibali yangınında halkın yangından kurtardığı eşyalarını cami avlusuna yığması yüzünden buraya sıçrayan ateş türbeyi de sarmış, türbenin içi bütün eşyası ve sandukası ile birlikte yanmıştır. I. Abdüihamid tarafından türbe tamir ettirilmiş, yenilenen kapı söveleri üstüne 1199 (1784-85) tarihli bir kitabe yerleştirilmiş, yeni sanduka ise bir Kabe örtüsüyle örtülmüştür. Sultan Abdülaziz de 1282’de (1865-66) türbeyi tamir ettirerek iç süslemesini yeniletmiştir. Son onarımlar Mehmed Reşad zamanında (1909-1918) ve 1952-1953 yıllarında yapılmıştır. Lâleli Camii Türbesi'ndeki alçı pencerelerin taklidi olan pencereler bu sonuncu onarımda konmuştur.
Türbe sekiz köşeli bir plana göre yapılmış olup üzerini tek kubbe örtmektedir. Giriş kısmında, kapı üstündeki saçağı taşıyan iki sütunlu bir sundurması vardır. Bu bölümün üstünü örten geniş saçak geç bir devirde ilâve edilmiştir. Türbenin dış mimarisi, pencere biçimi bakımından klasik Türk yapı sanatı geleneğine bağlı görünmekteyse de sekiz köşeli esas gövdenin köşelerini kuvvetlice destekleyen çıkıntı halindeki kare payeler ve bunların üzerinde binayı çepeçevre dolanan kademeli profilli silmeler barok üslûbunun açık delilleridir.
Türbenin içinde Fâtih Sultan Mehmed"den başkasına ait sanduka yoktur. Nitekim eski bir gravürde de sade bir sandukadan başka kubbesinde küçük kandillerin asılı olduğu görülür. Abdülaziz tarafından türbe yeniden döşendiğinde içi saraydan gönderilen birçok eşya ile süslendiği gibi kubbesine kristal bir avize asılmış, pencerelerine perdeler takılmıştır.
Fâtih Türbesi Türk edebiyatına, Tâcîzâde Cafer Çelebi'nin 1493'te yazdığı Hevesnâme'deki "Sıfâtı Mezârı Sultân Mehemmed" adlı manzum parça ve Abdülhak Hâmid'in 1877'ye doğru yazılarak ancak 1909'da yayımlanan "Merkadi Fâtih'i Ziyaret" adlı şiiriyle girmiştir. Bu şiirin, devrin iyi bir hattatına yazdınlarak şaire de imzalatılan kopyası bir levha halinde I. Dünya Savaşı'nda törenle türbeye konmuştur.
Gülbahar Hatun Türbesi. Fâtih Türbesi'nin az ilerisinde daha küçük ölçüde olmak üzere zevcesi Gülbahar Hatun'un ayn bir türbesi bulunmaktadır. Bu da sekiz köşeli bir plana sahip üzeri kubbe ile örtülü bir yapıdır. Genel dış görünüşü klasik Türk mimarisine daha sadık bir ifadeye sahip olmakla beraber üst sıra pencerelerin yuvarlak kemerli olması, bunun da 1766 zelzelesinden sonra geniş ölçüde onarıldığını belli etmektedir. Esasen bir belgede de 1181 (176768) tarihinde tamirin bittiği kaydedilmekte ve bu iş için yapılan harcamalar gösterilmektedir. Gülbahar Hatun Türbesi ayrıca 1782 yangınından zarar görmüş ve aynı yıl tamir edilmiştir. Burada Fâtih Sultan Mehmed'in zevcesinden istanbul'un su yollarını gösteren XVII. yüzyıla ait bir haritada Eski Fâtih Camii'nin tasviri başka bir kızı ile iki saraylının da kabri bulunmaktadır.
Nakşıdil Valide Sultan Türbesi. Fâtih Camii naziresine XIX. yüzyılda II. Mahmud'un annesi Nakşıdil Sultan için büyük bir türbe ile yanında bir de sebil inşa edilmiştir. Bu eser dalgalı hatları, dışarıdan dilimli büyük kubbesi, oval pencereleri, yaprak biçimindeki kabartma süsleriyle barok üslûbunun Türk türbe mimarisindeki başarılı bir örneğidir.
Kütüphane. Fâtih Camii ve Külliyesi'nin bir kütüphanesi de vardı. Ancak kütüphane İlk kurulduğunda müstakil bir binaya sahip değildi. İstanbul vakıf kütüphanelerinin altın devri olan XVIII. yüzyılda caminin kıble tarafına kubbeli ayrı bir kütüphane binası inşa edilmiştir. Bu bina da son yıllarda çatladığından boşaltılarak içindeki kitaplar Süleymaniye Kütüphanesi'ne taşınmıştır. 1742'de inşa edilen kütüphanenin dış avluya açılan ve mermer merdivenlerle çıkılan kapısından başka caminin içine açılan ikinci bir kapısı vardır. Burada korunan kitapların rutubetten zarar görmemesi için pek çok benzerinde olduğu gibi yapının altında bir mahzen bulunur. Fakat bakımsızlık yüzünden kubbe ve duvarlarda gittikçe büyüyen çatlaklar bugün son derece tehlikeli bir duruma gelmiştir. Bu yüzden kütüphanenin tamiri önemli bir problem halini almış bulunmaktadır.
Medreseler. Fâtih Sultan Mehmed, şehrin fethinin hemen arkasından Öğretim faaliyetlerinin sürdürülmesi için Bizans'ın en büyük manastırlarından Pantokrator Manastrfnın keşiş odalarını medreseye çevirmiş, kilisesini de camiye dönüştürmüş ve başına çağının ileri gelen ilim adamlarından Molla Zeyrek'i tayin etmişti. Ayrıca camiye çevrilen Ayasofyanın yanında kurulan ilk medresenin idaresi de Molla Hüsrev'e bırakılmıştır. Fâtih Camii'nin iki yanındaki medreselerin yapımı 1470'te tamamlanıncaya kadar dersler bu medreselerde yapıldı. Külliyenin en değerli elemanlarını meydana getiren medreseler böylece Türkleşen İstanbul'un en Önemli öğretim merkezi olarak şehirdeki üniversitenin ilk başlangıcını teşkil etti.
Caminin iki yanındaki medreselere Sahnı Semân adı verilmişti. Bu büyük medreselerin dışında yine iki yanlarda, arazinin meyilli olmasından dolayı daha aşağıda yer alan Tetimme denilen hazırlık medreseleri inşa edilmişti. Bunlardan Marmara tarafında olanlar, Edirnekapı yönünde uzanan Fevzi paşa caddesinin genişletilmesi sırasında bütünüyle yıktırılmış. Haliç tarafında olanların yerlerine de bir ilkokul yapılmıştır. Ancak tamamen yok edilmeden önce rölöveleri çıkarılmadığından Tetimme medreselerinin tam ve doğru planlan yerine sadece tahminlere dayanan planlan çizilebilmiştir. Ayrıca bu yapıların mimari özellikleri de bilinmemekte, üzerlerinin bir çatı ile örtülü olduğu tahmin edilmektedir. Büyük medreselerden Haliç tarafındakilere Bahri Siyah (Karadeniz), Marmara tarafindakilere Bahrı Sefıd (Akdeniz} medreseleri denilmektedir. Bunlar Saraçhanebaşı'ndan Edirnekapı'ya doğru Baş Kurşunlu, Baş Çifte Kurşunlu. Ayak Çifte Kurşunlu, Ayak Kurşunlu medreseleri diye adlandırılıyordu. Bu eğitim yapılarının her biri on dokuzar hücre ve birer büyük kubbeli dershanemescidden oluşmuştur. Taş ve tuğladan yapılmış olan bütün bu medreselerin ortalannda revaklı avlular vardır. Fâtih Külliyesinin medreseleri 1766 depreminde cami ve diğer müştemilât binaları ile birlikte büyük ölçüde zarar görmüş, dârüşşifâ ihmal edilirken medreseler cami ile beraber derhal onarılmıştır. Ancak Tetimme medreselerinin yıktırılmasından sonra toprak tabakasının cadde seviyesine kadar indirilmesi yüzünden Akdeniz medreselerinin yan duvarları tehlikeli duruma girdiğinden bunları kalın gergi demirleriyle destekleme gereği duyulmuştur. Fâtih Külliyesinin ayakta kalabilmiş sekiz büyük medresesi, 1955'ten itibaren zaman zaman Vakıflar İdaresi tarafından büyük ölçüde onarılarak öğrenci yurdu halinde kullanılmaktadır.
Tabhâne. Fâtih Külliyesi'nin önemli parçalarından olan tabhâne, Akdeniz tarafındaki Baş Kurşunlu Medresesinin ilerisinde İnşa edilmiştir. Esasında misafirhane olan bu bina da bir medrese mimarisine sahip olup itinalı bir işçilikle yapılmış ve tabhâne fonksiyonu kalktıktan sonra medrese olarak kullanılmıştır. Mescid mekânının herhalde 1766'da yıkılan kubbesi 1956'dan sonra yeniden yapılmıştır. Burada ayrıca gerek külliyenin görevlilerine, gerek tabhânede kalanlara ve gerekse medreselerde barınan öğrencilere yemek çıkaran aşhaneimaret bulunuyordu. Arazinin yüksek bir yerinde inşa edildiğinden binanın altında ayrıca bir kervansaray yapılmıştı.
Dârüşşifâ. Tabhânenin simetriğinde, Karadeniz tarafındaki medreselerinin hizasında İstanbul'un Türk dönemine ait ilk hastahanesi olan dârüşşifâ inşa edilmişti. Burası ortası açık avlulu, etrafında hücreleri olan medreseyi andırır bir yapı idi. Güney tarafında kubbeli bir mescid vardı. Arşivdeki bazı belgelere göre dârüşşifânın mütevellisi Osman Ağa, 27 Zilkade 1239 (24 Temmuz 1824) tarihli yazısı ile binanın 1160 ([17471, doğrusu 1179 11766] olacak) zelzelesinde hayli harap hale geldiğini, metruk halde bulunan yapının üzerindeki kurşunların eksilmekte olduğunu bildirerek bunların kaldırılmasını, dârüşşifânın da yıktırılarak arsasının satılmasını istemektedir. II. Mahmud ise dârüşşifânın ihyasını veya hana çevrilmesini uygun görerek Hassa mimarı Mustafa'nın bir keşif yapmasını emretmiştir. Mütevelli ile iyi uyuştuğu anlaşılan mimar raporunda, dârüşşifânın üstü ahşap çatılı otuz beş odalı bir hana dönüştürülmesinin çok masraflı olacağını İleri sürerek fazla gelir sağlamayacak bu proje yerine dârüşşifânın yıkılmasının ve ahşap evler yapılmak üzere arsanın satılmasının daha uygun olacağını bildirmiştir. Böylece dârüşşifânın hücreleri ortadan kalkmış, yalnız mihrap kısmı çıkıntı teşkil eden ve keşif planında yemekhane olarak gösterilen kubbeli mescid bırakılmıştır. Bu bölüm Demirciler Mescidi adıyla bir süre kullanılmış, hatta Paspatis tarafından eski bir Bizans kilisesi kalıntısı olduğu sanılarak öylece tanıtılmış ve bir süre yayınlara bu şekilde girmiştir. Arşivde bulunan plan, dârüşşifânın gerçek düzeniyle mahalle mescidi olan kısmını açıkça ortaya koymaktadır.
1870'lerde çizilen İstanbul planında dârüşşifânın yeri yapı adalarına bölünmüş olarak görülmektedir. Ayrıca eski fotoğraflarda mescidin büyük kubbesi de belirlidir. İstanbul'da derin izler bırakan 1894 zelzelesinde DârüşşifâDemirçiler Mescidi'nin önemli ölçüde harap olduğu anlaşılmaktadır. 1895'te bir harabe durumunda olan bu yapı 1908'de Çırçır, arkasından da 1918 yangınında çevredeki ahşap evlerin yanmasıyla daha da harap olmuştur. Geçen zaman içinde bir daha onarılmayan bu bölüm tamamen yok olmuş. Eski Şifâhâne ve Keresteciler sokaklarının sınırladığı parsellerde de evler yapılmıştır. Bunların aralarındaki boş arsalarda 1950'lere kadar görülebilen son duvar kalıntıları bugün yok olmuştur. Önceleri buradaki evler bütünüyle istimlâk edilerek eski temelleri üzerine dârüşşifânın ihya edilmesi ve burada bir Fatih Kültür Merkezi'nin yapılması tasarlanmış, fakat bu da gerçekleşmediğinden arsa ve evlerin yerine apartmanlar inşa edilmiştir. Bugün dârüşşifâdan hiçbir iz kalmamıştır.
Muvakkhhâne. Çörekçi ve Boyacı kapıları arasında, Fatih Meydam'na bakan bir yerde olan muvakkithânenin esas binasının eskiden yapıldığı ve sık sık ahşap olarak yenilendiği bilinmektedir. Sadrazam Hacı Mehmed Paşa tarafından 1163'te (1749-50) ve III. Selim zamanında (1789-1807) tamir ettirilmiş, I918yangınında ise tamamen yanarak ortadan kalkmıştır.
Hazîre. Fâtih Camii'nin, kıble tarafında etrafı duvarla çevrili olarak uzanan naziresinde aralarında sivil, asker, ulemâ ve meşâyihten ünlü şahsiyetler bulunan pek çok kişi yatmaktadır. Genellikle XIX. yüzyıla ait olan bu kabirler arasında Plevne kuşatmasının ünlü kumandanı Gazi Osman Paşanın da türbesi yer alır.
Kervansaray. Fâtih Külliyesi'nin kervansarayı tabhâne ile aşhaneimaretin altında bulunmaktadır. 1766 zelzelesinden sonra külliyenin zarar görmesinden endişe duyularak içi toprak doldurulmuş ve tonozu kısmen yıkılmış olan bu bölüm 1980'li yıllarda Vakıflar İdaresi tarafından temizlenerek tamir edilmiş ve cadde tarafında önüne yapılan yeni dükkânlarla birleştirilmiştir. Bu sırada kervansarayın içinde, ne işe yaradığı anlaşılmayan ve hiçbir taşıyıcı görevi bulunmayan dikili durumda kalın bir taş sütun ortaya çıkmıştır.
Çarşı (Arasta). Fâtih Külliyesi'nin güney tarafında birçok dükkândan meydana gelmiş, vakfiyelerde de adı geçen büyük bir çarşı bulunuyordu. XVII. yüzyılın ikinci yarısında yazıldıkları tahmin edilen ramazannâmelerden birinde burası, "Beş kapısı vardır ayan / Ehli dilden olmaz nihân / Dükkânları kagir bina / Cedîd oldu öyle seyrân" mısraları ile anlatılır. İçlerinde saraç esnafı yerleştiğinden Saraçlar, Kavaflar çarşısı veya Saraçhane olarak adlandırılan bu çarşıya ait dükkânlar XX. yüzyılın başlarında oldukça eksilmesine rağmen birçok dükkân gözü hâlâ duruyordu. 1918'de büyük Fatih yangınından sonra bunlar da ortadan kalktığından külliyenin evvelce oldukça geniş bir alanı kapladığı eski bir şehir planından anlaşılan çarşısından bugün pek bir şey kalmamıştır. Ancak günümüzde Saraçhanebaşı mahallesinde Dülgerzâde Camii'ne komşu kagir tonozlu bir iki dükkân hücresinin bu çarşının son kalıntıları olduğu sanılmaktadır.
Hamam. Külliyenin güney tarafında bir de hamam yapılmıştı. Burada arazi çevreye nazaran daha derin olduğundan ve hamam bu çukurun içinde bulunduğundan "Çukur Hamam" olarak adlandırılmıştır. 1766 depreminde büyük ölçüde zarar gören hamam daha sonra tamir edilmediğinden başka maksatlarla kullanılmış ve zamanla harap olmuştur. Gh. Texier ancak uzun aramalardan sonra hamamı bulabilmiş ve tam doğru olmayan bir planını çizerek yayımlamıştır. Çok büyük ve oldukça süslü bir yapı olduğu anlaşılan Çukur Hamam bu tarihten sonra o derece tahribe uğramıştır ki İstanbul hamamları hakkında bir kitap yazan H. Gtück 1917 yılında bu yapının en ufak bir izini bile bulamamıştır.
Fâtih Camii ve Külliyesi'nin İstanbul'un şiddetli her zelzelesinden zarar görmesi sağlam bir zemin üzerine oturmadığını gösterir. Tetimme medreseleri gibi ona destek olacak bazı unsurların ortadan kalkması da yapıya zarar vermiştir. İstanbul'un fethinden sonra kurulan bu ilk büyük selâtin külliyesinin bugün pek çok parçasının eksilmiş durumda olması şehrin Türk devri tarihi bakımından büyük bir kayıptır.

Kaynak: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi


Türk ve İslam dünyasının en ünlü anıtlarından birisi olan Sultan Ahmet Camii İstanbul’a gelen herkes tarafından hayranlıkla ziyaret edilir. Klasik Türk Sanatının bir diğer örneği olan bu Sultan Camii orijinal olarak 6 minare ile inşa edilen tek camidir. Bulunduğu yer tarihi İstanbul şehrinin daha erken yapılmış diğer önemli eserleri ile çevrilidir. İstanbul şehrinin en güzel manzarası denizden görülür. Bu şahane manzarada caminin silueti yer alır. Şöhreti “Mavi Camii” olarak bilinen eserin asıl adı I. Sultan Ahmet Camiidir. Esas mesleğine yakışır şekilde, Mimar Mehmet Ağa Cami içerisini kuyumcu titizliği ile dekore etmiştir. 1609-1616 yılları arasında inşa edilen cami büyük bir kompleksin içerisinde bulunurdu. Bunlar bir kısmı zamanımıza gelemeyen sosyal ve kültürel içerikli yapılardı. Kapalı Çarşı, Türk Hamamı, aşevi, hastane, okullar, kervansaray ve Sultan Ahmet’in türbesi belli başlı kısımlardı. Caminin mimarı klasik Türk sanatının ulu mimarı olan Koca Sinan’ın öğrencisiydi ve caminin yapımında hocasının daha önce denediği bir planı, daha büyük ölçüde uygulamıştı. Sultan Ahmet Camiinin esas girişi Roma devrinden kalan hipodrom tarafındadır. Bir dış avlunun çevrelediği iç avlu ve esas mekân yüksek bir podyum üzerindedir. İç avluya açılan kapıdan ortadaki sembolik şadırvan ve etrafı çevreleyen galerilerin üzerinden, fevkalade bir harmoni ile biri, biri üzerine yükselen kubbeler görülür. İçeriye açılan 3 kapıdan herhangi birinden girildiğinde dış görünüşü tamamlayan boyama, çini ve vitray camlarının zengin ve renkli süslemeleri ile karşılaşılır. İç mekân büyük bir bütündür; ana ve yan kubbeler geniş sivri kemerlerin dayandığı 4 iri sütun üzerinde yükselir.
Caminin içini 3 taraftan çevreleyen balkonların duvarları, sayıları 20.000’i aşan şahane İznik çinileri ile süslüdür. Bunların yukarısı ve bütün kubbe içleri ise boya işidir. Boya süslemelere hakim olan renk mavi değildi. Camiye isim olan mavi renk sonraki tamirlerde boyanmıştı. 1990 yılında tamamlanan son tamirde iç dekorun koyu rengi orijinal açık renklerine döndürülmüştür. Her camide olduğu gibi, yerler halılarla kaplıdır. Ana giriş karşısında yer alan mihrap yanında, şahane oyma işçiliği olan mermer minber yer alır. Diğer tarafta ise Sultanların locası balkon şeklinde görülür. 260 pencerenin aydınlattığı iç mekânı örten kubbe 23,5 m. çapında ve 43 metre yüksekliğindedir. Yakın yıllarda tamir edilerek yeniden inşa edilen camii çarşısı, eserin doğusunda yer alır. Sultan Ahmet’in tek kubbeli türbesi ve medrese binası kuzeyde, Ayasofya tarafındadır. Yaz aylarında buradaki parkta geceleri ses ve ışık gösterileri yapılır. 

Sultanahmet Camii, civardaki birçok eski abidevi yapı ve müzelerle birlikte şehir turlarının merkezinde yer alır. Minareler klasik Türk üslubunun bir diğer örneğidir. Spiral merdivenlerle şerefelere ulaşılır. Günde 5 defa, namaz vakti buralardan okunarak duyurulur. Günümüzde ezan hoparlörlerle okunmaktadır. Kubbeler ve minarelerin üstleri kurşunla kaplıdır, bunların uçlarındaki alemler ise altın kaplamalı bakırdan yapılmışlardır. Bu üst örtülerin tamiri icabında eskiden olduğu gibi ustalıkla yapılmaktadır. İslam dini her Müslüman’ın günde beş kez namaz kılmasını şart koşar. Minarelerden okunan Ezanı işiten inananlar, abdestlerini almış olarak namazlarını kılarlar. Cuma günleri öğlen namazı ve bazı diğer önemli dini günlerin namazları camilerde toplulukla beraber kılınır. Bunların dışındaki namazlar, vakitlerinde herhangi bir yerde kılınabilir. Camilerde toplu namazları hocalar, Kuran’dan bölümler okuyarak kıldırırlar. İbadet sırasında erkeklerle kadınların yerleri ayrıdır. Camilerde orta mekânda yalnız erkekler, arkalarında veya balkonlarda kadınlar ibadet ederler. Klasik Türk Camilerinin özelliği, en kalabalık günlerde bile namaz kılan topluluğun çoğunluğunun mihrabı rahatça görmesine elverişli olmasıdır.




Kaynak : İstanbul Valiliği-İSTANBUL adlı eserden alınmıştır.

http://www.3dmekanlar.com/tr/sultanahmet-camii.html


Dünyanın 8.harikalarından birisi sayılan Ayasofya, Sanat Tarihi ve mimarlık dünyasının 1 numaralı yapısı hüviyetindedir. Bu yaşta ve bu ebatta zamanımıza gelebilmiş ender eserlerdendir. Orijinal adı Hagia Sofia olan, Türklerin Ayasofya dedikleri yapı yanlış bir şekilde, Saint Sofia olarak bilinir. Bazilika, Sofia isimli bir azizeye değil, Kutsal Hikmet’e ithaf edilmişti. Önceki bir pagan mabedinin yerinde yapılmış 3 ayrı bazilika aynı isimle anlatılmıştı. İmparator Büyük Konstantin devrinde kilise yapılmadığı halde, bazı kaynaklar, ilk Ayasofya Bazilikasının onun tarafından yaptırıldığını iddia ede gelmiştir. Küçük ölçülerdeki ahşap çatılı ilk yapı 4. yy. ikinci yarısında Büyük Konstantin’in oğlu Konstantinus zamanında yapılmıştı. 404 yılında, bir isyan sırasında yanan ilk yapının yerine, daha büyük ölçülerde inşa edilen 2. kilise 415 yılında törenle açılmıştı. 532 yılında Hipodromda yapılan bir araba yarışı sonucu çıkan kanlı isyan on binlerce şehirlinin ölümüne ve pek çok binanın yakılmasına sebep olmuştu. “Nika” isyanı diye bilinen ve İmparator Justinyen aleyhine gelişen bu isyanda Ayasofya Kilisesi de yakılmıştı.
İsyanı zorlukla bastıran İmparator Justinyen “Adem’den beri hiçbir devirde görülmemiş ve görülmeyecek” bir ibadethane yapmak için harekete geçti. Önceki bazilikanın kalıntılarının üzerine 532 yılında yapılmaya başlanan, Hıristiyanlık âleminin bu en büyük kilisesi beş yılda tamamlanarak, 537’de merasimlerle açıldı. İmparator hiçbir masraftan kaçınmayarak devlet hazinesini mimarların önüne saçtı. (Tralles’li Anthemius ile matematikçi, Miletoslu İsidorus) Kubbe inşaatı Roma mimarisi tarafından geliştirilmiştir, Bazilika planı da eski devirlerden beri tatbik edilmekte idi. Yuvarlak yapıların üzerleri çok büyük ölçüde kubbe ile örtülebilmişti. Ancak Justinyen Ayasofya’sındaki gibi dikdörtgen bir mekan ortasında, dev ölçüde bir merkezi kubbe yapımı, mimarlık tarihinde ilk kez deneniyordu. Rahiplerin koruyucu duaları okumaları devam ederken, İmparatorluğun hemen her yerinde mevcut olan erken devir kalıntılarından getirtilen çok sayıda ve değişik mermer parçaları, sütunlar yapıda kullanıldı. Sonraları da bu devşirme malzeme ve bilhassa sütunlar için, neye yarayacağı anlaşılmaz, bir sürü orijin hikayesi uyduruldu. Justinyen devrinde Ayasofya bir zevk ve gösteriş ürünü olarak ortaya çıkmıştı. Sonraki devirlerde ise bir efsane ve sembol olarak kabul edilmiştir. Bin yıl süre ile aşılamayan ölçüleri yanında finans zorlukları ve teknik yetersizliklerden ötürü efsanevi görülmüş, böyle bir yapının ancak kutsal kuvvetlerin yardımı ile yapılabileceği zannedile gelmişti. Ayasofya bir 6yy. Bizans devri eseri olmakla beraber, ön misali olmayan, sonraki devirlerde de taklit edilmeyen Roma mimari geleneğine bağlı bir “Deneme” dir. Dış ve iç görünüşteki tezat ve iri kubbe Roma’nın mirasıdır. Dış görünüş zarif değildir, proporsiyonlara dikkat edilmemiş, bir kabuk gibi yapılmıştır. Bunun tersine iç görünüm saray gibi görkemlidir, göz alıcıdır; yapı, dev bir “İmparatorluk” eseridir. Açılış merasiminde heyecanına hakim olamayan İmparator atların çektiği arabası ile içeriye dalmış, Tanrıya şükür ederek, Süleyman Peygambere üstün çıktığını haykırmıştı. Bazilika etrafını çevreleyen yüksek binaları ile büyük bir dini merkez olarak gelişmişti. Bizans İmparatorları ile Doğu Hıristiyan kilisesinin yüzyıllar sürecek çekişmeleri için sahne artık hazırdı. Eşsiz ve üstünlüğüne rağmen yapının hayati önemde hataları vardı. En önemli mesele kubbenin iriliği ve yan duvarlara yaptığı basınç idi. Böylesine bir kubbenin ağırlığının temellere aktarılması için lazım olan mimari unsurlar o devirde henüz tam gelişmemişti. Yanlardan dışa doğru eğilen duvarlar orijinal, basık kubbenin 558 yılında yıkılmasına şahit oldular. Yapılan ikinci kubbe daha yüksek ve daha küçük çaplı tutulmuştu. Bu kubbenin de yarıya yakın kısmı 10 ve 14 yy'’arda 2 defa daha çökmüştür.
Ayasofya her devirde hazineler dolusu sarflar yapılarak ayakta tutulabilmiştir. Türk’lerin şehri 1453 yılında fethetmeleri, harap durumdaki Ayasofya’nın derhal camiye çevrilerek kurtarılmasına sebep olmuştur. Türk mimarı Koca Sinan’ın 16.yy.da eklediği payanda duvarları, 19. yy. ortasında Mimar Fossati kardeşlerin ve 1930’dan itibaren yapılan diğer restorasyonlar ve kubbenin demir kuşak ile çevrilmesi önemli tamirlerdi. 2000 li yılların restorasyonları, mevcut madeni portatif iskele ile daha seri yapılabilecektir. Ayasofya 916 yıl baş kilise ve 477 yıl cami olarak, aynı tanrıya inanan 2 değişik dinin hizmetinde olduktan sonra Atatürk’ün emri ile müze yapılmıştır. 1930-1935 yılları arasında ortaya çıkartılıp temizlenen bir kısım mozaikler Bizans'ın önemli sanat eserleri arasında yer alırlar. Bizans ve Osmanlı döneminin izlerini taşıyan muhteşem mimarisi ile ülkemizin en çok ziyaret edilen ilk üç müzesinden biridir.

ZİYARET
Avlunun içerisindeki müze girişi, asırlar sonra yeniden kullanılmaya başlanan, batı yönündeki orijinal kapıdır. Girişin yanında önceki, ikinci binanın kalıntıları görülür. Vaftiz olamayanların girebildikleri dış koridor 5 kapı ile iç koridora, burası da 9 kapı ile kilisenin esas kısmına açılır. Ortadaki yüksek kapı İmparatorluk kapısı idi. Bunun üzerindeki mozaik pano 9. yy. sonunda yapılmıştır. Ortada taht üzerinde oturan pantokrator İsa’dan bir imparator şefaat istemektedir. Yanlardaki madalyonlarda Meryem Ana ve Baş Melek Gabriel’in portreleri vardır. İç koridor ve yan neflerin tavanındaki diğer figürsüz mozaikler Justinyen devri orijinalleridir. Yapının ana kısmında ziyaretçiyi görkemli ve muazzam bir mekân karşılar. İlk adımdan itibaren kubbenin tesiri derhal hissedilir. Sanki havaya asılı gibi durmakta ve bütün binayı kaplamaktadır. Duvarlar ve tavanlar mermer ve mozaiklerle kaplı, rengarenk bir görünüştedir. Kubbe mozaiklerinin 3 değişik renk tonu, yapılan 3 değişik tamirat devrini gösterir. Yüksekliği ve çapı ile dünyanın en büyük kubbesi iken günümüzde de sayılı büyük kubbelerindedir. Yapılan tamiratlardan dolayı kubbe tam bir çember değildir. Kuzey – Güney çapı 31,87 m.dir. Doğu – Batı çapı 30,87 m. olup yüksekliği 55,60 m.dir. Kubbenin dayandığı 4 pandantifte, 4 kanatlı melek figürü, yüzleri kapatılmış olarak yer alır.
Dikdörtgen, geniş orta mekanın sütunlarla ayrılmış 2 yanında, karanlık neftler uzanır. Orta mekan 74.67 x 69.80 m.dir. Alt katta ve galerilerde toplam 107 sütun vardır. Ayasofya sütun başlıkları tüm yapının en karakteristik ve belirgin, klasik, 6. yy. Bizans süsleme örnekleridir. O çağa ait bir özellik olan derin oyulmuş mermerler güzel bir ışık, gölge oyunu ortaya serer. Ortalarında İmparator monogamları bulunur. Köşelerde yer alan antik porfir sütunlar, yeşil Selanik mermerinden yapılma orta sütunlar ve tümünün beyaz mermerden yapılma, zengin işlemelerle süslü başlıkları insanı eski günlere götürür. Ayasofya’yı boş bir müze görünümünden sıyırıp bazilika veya cami olarak kullanıldığı, gösterişli, mistik, değişik, eski orijinal görünümünde hayal etmek lazımdır. Büyük bir İmparatorluğun baş kilisesi olduğu devirlerde apsis önünde yer alan bölme, altar, ambon ve diğer merasim gereçleri altın ve gümüş levhalarla kaplı, fildişi ve mücevherlerle süslü idiler. Bazı kapılar bile böylesine kıymetli madenlerle kaplı idi. Latin istilası bütün bunları ve diğer bazı mimari parçaları sökerek Avrupa’ya taşımıştı.Apsis yarı kubbesinde kucağında çocuk İsa ile Meryem Ana, sağ yanda da Baş Melek mozaikleri bulunmaktadır. Karşı duvardaki bir başka melek figürü tahrip olmuştur.
Galeriler seviyesinde duvarlara asılı, deri üzerine yapılmış 7.5 m. çapındaki büyük diskler ve kubbedeki yazıt, eserin cami olarak kullanıldığını hatırlatırlar. 19. yy. ortalarında dönemin büyük ustaları tarafından yazılan bu kaligrafiler birer şaheserdir. Yuvarlak tablolarda Allah, Hz. Muhammed, 4 Halife ve Hasan-Hüseyin isimleri yazılıdır. Döneminin güzel örnekleri mihrap üstü vitraylar, apsis içine yerleştirilmiş cami mihrabı, yanındaki minber ve mevlithanlar balkonu Türk dönemi ekleridir. Zeminde yer alan, renkli mermer parçalarından yapılmış kare kısım, belki 12. yy.da ilave edilmiş, İmparatorların taç giydiği mahaldir.
Ayasofya Müzesi / Fotoğraf: U.Sevim GENÇTÜRK
Üstün kaliteli mermerden yapılmış iki küresel iri kap orta mekânın giriş yanlarında yer alır. Antik orijinli bu kaplar geç 16. yy’da Bergama’dan getirtilmiştir. Binanın kuzey köşesinde “terleyen sütun” bulunur. Alt kısmı bronz bir kuşak ile çevrilmiş, parmak sokulabilen bir dilek deliği olan sütun hakkında bolca masal ve efsane vardır. Binayı dışardan destekleyen payandaların kuzeydeki ilkinin içerisi rampadır. Üst galerilere bu rampa ile çıkılır. Binayı üç yönden kuşatan galerilerden muhteşem iç mekan bambaşka görülür. İmparatorluk kadınları ve kilise toplantıları için ayrılmış kısımları vardır. Kuzey kanatta bir, güney kanatta da 3’lü figürler halinde 3 mozaik pano bulunur. Güney galeride, yanındaki pencereden giren gün ışığı altında, Bizans mozaik sanatının şaheser panosu yer alır. Buradaki konu, çok geniş son mahkeme sahnesinin tam ortasında bulunan; “Diesis” diye bilinen, üçlü figürdür. Ortada İsa onun sağında Meryem, solunda ise Hz. Yahya yer alır. Değişik dizili arka fon mozaikleri, figürlerin güzelliğini daha da artırır, yüz ifadeleri fevkâlede realisttir.
Güney galeri dibindeki 12. yy. mozaik panoda, Meryem Ana ve çocuk İsa, İmparator II. Komnenus, İmparatoriçe İrene, yan duvarında hasta Prens Aleksios yer alır. Takdim edilen rulo kiliseye bağışları, deri kese ise altın yardımını belirtmektedir. Macar asıllı imparatoriçenin ırk özellikleri; açık ten ve açık saç rengi belirgindir. Buradaki ikinci pano, tahta oturmuş İsa, yanında İmparatoriçe Zoe ve üçüncü kocası Konstantin Monomakhos'dur, Konstantin’nin kafası ve üstündeki yazıt kazınıp, tekrar yapılmıştır. Orijinal mozaik Zoe’nin ilk kocasına aitti. Bu panoda İmparatorluk ailesinin kiliseye şükran ve bağışları sembolize edilmektedir.İç koridordan müzeyi terk ederken görülen büyük bir mozaik pano 10. yy’dan kalmadır. Bozuk perspektifli figürler: Ortada Meryem Ana ve çocuk İsa, yanlarda ise şehir maketini sunan Büyük Konstantin ile Ayasofya maketini sunan Justinyen'dir. Çıkışta kısmen zemine gömülü M.Ö. 2. yy’dan kalma muazzam bronz kapılar Tarsustan, belki de bir pagan mabetinden getirtilerek, burada tekrar kullanılmıştır.
Müze bahçesinde değişik devirlerde inşa edilmiş Türk Sanat eserleri bulunur. Bunlar bazı sultanların türbeleri, okul, saat ayar evi ve şadırvandır. Doğu cephesi minareleri 15, batıdakiler de 16. yy’da eklenmişlerdir.
Kaynak : İstanbul Valiliği-İSTANBUL adlı eserden alınmıştır.

En çok ziyaret edilen müzeler arasında yer alan Ayasofya; sanat ve mimarlık tarihi bakımından dünyanın en önde gelen anıtlardan biri olup, dünyanın 8. harikası olarak gösterilmektedir. Bu yapı daha 6.yy'da Doğu Romalı Philon tarafından da, dünyanın 8.incisi harikası olarak nitelendirilmiştir.


Bugünkü Ayasofya aynı yerde fakat öncekilerinden farklı bir mimari anlayışla yapılmış olan üçüncü yapıdır. Bu yapı, İmparator Justinianos tarafından (527-565) dönemin iki önemli Mimarı olan Tralles'li (Aydın) Anthemios ile Miletos'lu (Balat) İsidoros'a yaptırılmıştır. Yapım çalışmaları sırasında iki baş mimar ile birlikte 100 mimar ve her mimarın emrinde 100 işçi çalıştığı kaynaklarda geçmektedir. Yapımına 23 Şubat 532'de başlanmış, 5 yıl 10 ay gibi kısa bir sürede tamamlanarak büyük bir törenle, 27 Aralık 537' de ibadete açılmıştır.



916 yıl kilise olan yapı, 1453 Yılında Fatih Sultan Mehmed tarafından İstanbul'un fethiyle camiye çevrilerek, 482 yıl cami olarak kullanılmıştır. Atatürk'ün emri ve Bakanlar Kurulu'nun Kararı ile ise 1935 yılında Ayasofya müze olarak kapılarını ziyarete açmıştır.



Ayasofya Müzesi Pazartesi günleri hariç her gün ziyarete açıktır. Kış tarifesine göre, müzeye son giriş 16.00 olmak üzere 09.00-17.00 saatleri arasında; yaz tarifesine göre ise, müzeye son giriş 18.00 olmak üzere 09.00-19.00 saatleri arasında ziyaret edilebilmektedir. Müze Kartları müzekart gişesinden temin edilebilmektedir.
Ayasofya Müzesi 3D Görüntüsü - İzle
http://www.3dmekanlar.com/tr/ayasofya.html

TOPKAPI SARAYI


Dünyada günümüze gelebilmiş sarayların en eskisi ve genişi Topkapı Sarayıdır. Atatürk’ün emri ile 1924 yılından beri müze olarak kullanılmaktadır. Konumu Halic’i, Boğaziçi’ni ve Marmara denizi gören, çok güzel manzaralı, İstanbul’un ilk kuruluş yeri olan bilinen akropol tepesidir. Tarihi İstanbul üçgen yarımadasının en uç noktasında, 5 km.yi bulan surlarla çevrili, 700.000 m2 özel araziye sahip bir komplekstir. İstanbul’un fethini 1453’te gerçekleştiren genç Fatih Sultan Mehmet, İmparatorluk tahtını bu şehre taşımıştı. Kurduğu ilk saray şehrin ortasında bulunmaktaydı. 1470’lerde yaptırdığı ikinci saraya, önceleri yeni saray, yakın tarihlerden beri de Topkapı Sarayı denilmektedir. Burası, tarihte bilinen diğer Türk sarayları gibi, klasik bir Türk sarayıdır. Değişik fonksiyonları olan, ağaçlarla gölgelendirilmiş, birbirini takip eden ve abidevi kapılarla ayrılmış avlulardan oluşmuştur.

Fonksiyonel yapılar bu avluların çevresine serpiştirilmiştir. Saray, kurulduğu çağdan başlayarak Sultanların yaptırdığı birçok değişiklik ve eklemelerle sürekli gelişmiştir. Sultanların 1853’te gösterişli Dolmabahçe Sarayına taşınmaları ile resmi saraylıktan çıkmış ve hızla harap olmaya yüz tutmuştu. Cumhuriyet döneminde 50 yılı aşan sürekli onarımlar Topkapı Sarayını eski sade güzelliğine kavuşturmuştur. Sarayda sergilenen müze parçalarının pek çoğu dünyada eşi-benzeri olmayan şaheserlerdir.

Saray olarak kullanıldığı devirlerdeki fonksiyonları, tarihteki diğer saraylara göre oldukça değişiktir. Burası imparatorluğun tek sahibi Sultanın resmi ikametgâhı olmakla beraber, resmi devlet işlerinin merkezi, bakanlar kurulunun toplandığı, devlet hazinesi, darphanesi ve arşivlerinin bulunduğu yerdi. İmparatorluğun en yüksek öğrenim kurumu, Sultanın ve devletin üniversitesi de sarayda bulunurdu.

Osmanlı Türk İmparatorluğunun kalbi, beyni ve her anlamdaki tek merkezi burasıydı. Kuruluşundan epey sonra da sultanların özel haremleri de bu saraya yerleştirilmişti. Osmanlı Türk İmparatorluğu Türklerin tarihte kurduğu 16 bağımsız devletten en uzun ömürlü ve en geniş topraklara sahip olanıdır.

622 yıl süren bu dev imparatorluk Akdeniz’i ve Karadeniz’i çevreleyen Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında yüzyıllarca hüküm sürmüştür. Değişik ırk ve değişik dinlerden pek çok ulusu idaresinde birleştirmiştir. Tarihte böylesine geniş topraklara bu kadar uzun süre hükmeden diğeri de Roma İmparatorluğudur.

Osmanlı Türk İmparatorluğunda 36 Sultan hüküm sürmüş ve 16. yy. başlarından itibaren, halifelik ünvanı ile de, İslam dünyasının dinsel hükümranlığını üstlenmiştir. Sarayda Sultanın özel avlusunda bulunan okulda eğitimini tamamlayan yetenekli memurlar, geniş imparatorluğun yönetimi ve örgütlenmesinde büyük bir sadakatla başarı göstermişlerdir. Vezir ve sadrazamların pek çoğu bu okulun mezunları idi.

Topkapı Sarayında gün ışığı ile başlayan hayat her adımda, her durumda, büyük tören ve katı protokol kurallarına bağlı idi. Asırları bulan kökleşmiş gelenek ve göreneklere herkesin uyması şarttı. Bu husus imparatorluğun çöküş devrinde bile kati kuraldı. Batı dünyası protokol usülleri, daima bu sarayın kurallarının etkisinde kalmıştır.

Topkapı Sarayının sahil köşk ve pavyonları geçen yüzyıl sonlarında tahrip olmuşlardır. Değişik çini, ağaç işleri ve mimari üslupları, Topkapı Sarayında Türk sanatının gelişmesini, üslup farklarının uyumunu en güzel şekilde gösterir. 
BİRİNCİ AVLU

Sarayın birinci avlusuna Bab-ı Hümayun diye bilinen İmparatorluk kapısından girilir. Kapı dışındaki anıt çeşme 18. yy. Türk sanatının en güzel örneklerindendir. Birinci avluda saray fırınları, darphane, muhafız alayı, odun depoları ve aşağıdaki düzlüklerde özel sebze bahçeleri yer alırdı. Sarayın ilk yapısı Çinili Köşk ve Arkeoloji Müzeleri de bu avludadır. Girişi takiben solda 6. yy. Bizans eseri olan Aya İrini Müzesi yer alır.
İKİNCİ AVLU

Topkapı Sarayı Müzesinin ana girişi, ikinci kapı olan Bab-üs Selam, orta kapıdır. İkinci avlu devlet ve hükümetin yönetim merkezidir. Yalnızca sultanların at bindiği bu avluda, halktan resmi işi olanlar, özel ödeme günlerinde maaşlarını alan yeniçeri temsilcileri, elçi kabulleri ve devlet törenleri yapılırdı. 5-10 bin kişinin mevcut olabildiği törenlerde, tam bir sessizliğin hüküm sürdüğü bilinir. Sultanların katıldığı tören ve olaylarda imparatorluk tahtı bu avlunun diğer yanındaki kapının önüne yerleştirilir ve bir saygı ifadesi olarak tüm katılanlar elleri önlerinde kavuşmuş olarak dururlardı. Avlunun sol yanında kabinenin toplandığı yönetim bölümü yer alır. Sarayın tek kulesi de buradadır. Devlet adaletinin bu divanda dağıtılmasından dolayı buraya Adalet Kulesi denilirdi. Bu kuleden bütün İstanbul ve liman gözetlenebilirdi. Kulenin tek girişi harem kısmında bulunmaktadır.


SİLAH KOLEKSİYONU VE DİVAN ODASI
Geniş saçaklı “Divan-ı Hümayun” bölümünün yanındaki büyük yapı devlet hazinesi idi. 8 kubbeli bina eski silahların modern biçimde sergilendiği zengin bir koleksiyondur. Sultanların kullandığı zırh ve silahlarla, saray ve ordu mensuplarının değişik çağlarda kullandıkları silahlar, diğer ülkelerden ele geçirilenlerle birlikte teşhirdedirler. . Hükümet üyelerine tahsis edilmiş Divan bölümü yanında sarayın tek kulesi Adalet Kulesi yükselir. Divan toplantıları Sadrazam başkanlığında toplanan Vezirler ve katipler ile yapılırdı. Sultanlar toplantıya katılmaz ancak, duvarda harem bölümüne açılan yüksek, perde ile kapalı bir pencereden toplantıyı dinleyebilirdi. Elçi kabullerinde ziyafet sofrası bu salonda kurulurdu.
MUTFAKLAR VE PORSELEN KOLEKSİYONU
İkinci avlunun sağ tarafında 20 bacalı saray mutfakları yer alır. Sarayda mevcudu 12.000”i geçen Çin ve Japon porselenlerinin 2500 kadarı bu bölümde sergilenmektedir. Buranın mutfak olarak kullanıldığı günlerde sayıları 1000’i geçen aşçı ve yardımcıları, sarayın değişik bölümlerine tahsis edilmiş yemekleri pişirip, gönderirlerdi. Günümüzdeki porselen teşhiri kronolojik ve modern bir sergidir. Dünyanın en zengin koleksiyonunun seçilmiş parçalarıdır. Mutfakların bir bölümü eskisi gibi muhafaza edilmiş, diğer bölümünde de İstanbul işi porselen eşya ve cam işi teşhire sunulmuştur. Ayrı bir bölümde gümüş eşya ve Avrupa porselenleri koleksiyonu yer alır. Eşsiz Çin seledonları giriş sağ salondadır. Mavi beyazlar, tek ve çok renkli porselen teşhirleri, Japon porselen salonu ile nihayetlenir. Helvahane bölümünde günlük yaşamda kullanılan madeni kapkacak, kahve takımları, tombaklar sergilenmektedir. ÜÇÜNCÜ AVLU Üçüncü avluya Bab-üs Saade denilen, Ak Hadım Ağaların kontrol altında tuttuğu, ancak özel izni olmayan hiç kimse geçemediği kapıdan, Sultanın özel avlusuna girilirdi. Saray Üniversitesi, Taht Odası, sultanın Hazine Dairesi ve Kutsal Emanetler bölümü bu kısımda yer alırdı. Sultanlar elçi kabullerini Taht Odasında yapar, yüksek devlet memurları ile de burada görüşürlerdi. Giriş karşısındaki taht odası hizmetkârları, güvenlik nedenleri ile sağır ve dilsiz kimselerden seçilirdi. Sultanın çeşitli, değişik hizmetlerini gören subay rütbeli personel aynı zamanda saray okulunun ileri gelenleriydi. Avlunun ortasında bulunan 18 yy. III Ahmet Kütüphanesi Barok üslubunun Türk mimarisine uyumunun tipik, güzel örneğidir.
HAREM

16 yy. ortalarına kadar şehrin başka semtindeki Eski Sarayda yerleşikti. Topkapı Sarayı Haremi dar uzun koridorlar, küçük iç avlular etrafına serpiştirilmiş 400 kadar odadan oluşmuştur. Burası çağlar boyunca değişikliklere uğrayarak gelişmiştir. Sultanın annesi, kız, erkek kardeşleri, ailenin diğer fertleri ve geniş aileye hizmet eden cariye ve harem ağalarının bulunduğu evin özel bölümü durumunda idi Harem. Dışarıya kesinlikle kapalı olan bu özel, Harem bölümü için asırlar boyu pek çok öyküler anlatılmıştır. Sultana ve ailesine hizmet verecek cariyeler, çeşitli ırkların en güzel ve sıhhatli kızları arasından seçilir veya hediye edilirlerdi. Çocuk yaşta hareme giren kızlar yıllar süren kati disiplin içinde yetiştirilirlerdi. Saray usullerini öğrendikten sonra, belirli sınıflara ayrılmış bu cariyelerden sultanın gözüne girebilenler, onun karısı bile olabilirdi. İmparatorlukta kraliçe unvanı yoktu. Haremin bütün idaresi sultanın annesinin elinde idi. Zenginlik ve ihtişamın yanında dedikodu, kin ve sultana daha yaklaşabilmek için mücadele, yaşamın bir parçası idi. Yeni bir sultanın tahta geçişi, eski sultanın hareminin bir başka saraya gönderilmesine sebep olurdu. İdaresi ve kişiliği zayıf sultanlar devirlerinde harem kadınları ve harem ağalarının yönetime etkileri ve çevirdikleri entrikalar hemen ortaya çıkardı. Bütün güzellikler, entrikalar ve çirkinlikleri ile birlikte haremde yaşam, çağdaşı kadın dünyasından üstün bir yaşam şekli idi. Harem bölümünün ancak bir kısmı ziyarete açıktır. Hareketli ve renkli eski günlerinin tam tersine loş koridorlar, boş odalar ziyaretçinin ancak hayal gücünde canlanabilir. Harem gezisi sultan annesine tahsis edilen bölüm ile 40 odalı kısımdan başlar. Büyük hamam ve kubbeli, geniş sultan salonu sonraki bölümlerdir. Her münasip yere çeşme ve ocak yerleştirilmiştir. Enteresan çeşmelerin aktığı havuzlu, büyük salon 16. yy. şahane çinileri ile süslü olup, III. Murat devri eseridir. Küçük kütüphane odasına ve çok enteresan meyve ve çiçek resimleri ile bezeli “yemiş odasına” salonun dip tarafından girilir. Harem turunun sonunda gezilen iki 16. yy. odası, camları güzel vitraylar ve duvarları zengin dekorla kaplıdır. Bu çift oda şehzadeye tahsis edilmişti.
ÜÇÜNCÜ AVLU

Üçüncü avluya Bab-üs Saade denilen, Ak Hadım Ağaların kontrol altında tuttuğu, ancak özel izni olmayan hiç kimse geçemediği kapıdan, Sultanın özel avlusuna girilirdi. Saray Üniversitesi, Taht Odası, sultanın Hazine Dairesi ve Kutsal Emanetler bölümü bu kısımda yer alırdı. Sultanlar elçi kabullerini Taht Odasında yapar, yüksek devlet memurları ile de burada görüşürlerdi. Giriş karşısındaki taht odası hizmetkârları, güvenlik nedenleri ile sağır ve dilsiz kimselerden seçilirdi. Sultanın çeşitli, değişik hizmetlerini gören subay rütbeli personel aynı zamanda saray okulunun ileri gelenleriydi.
Avlunun ortasında bulunan 18 yy. III Ahmet Kütüphanesi Barok üslubunun Türk mimarisine uyumunun tipik, güzel örneğidir. 
ELBİSELER
Avlunun sağ yan bölümünde teşhir edilen sultan elbiseleri koleksiyonunun, dünyada bir benzeri yoktur. Özel saray tezgâhlarında, elde yapılmış kumaşlardan dikilen elbiseler 15. yy.dan beri itina ile bohçalanıp, özel sandıklarda saklanmış olup tamamı 2500 kadardır. İpek, altın ve gümüş simlerle işlenmiş elbiseler yanında, Türk Sanatının şaheserleri olan Sultanların kullandığı ipek halı, özel seccade örnekleri de teşhir edilmektedir.
HAZİNE

Topkapı Sarayı müzesinin hazine koleksiyonu dünyanın en zengin, bir numaralı koleksiyonudur. 4 odada teşhir edilen eserler otantik ve orjinaldir. Değişik yüzyıllardaki Türk mücevherat işçiliğinin şaheserleri, Uzak-Doğu, Hint ve Avrupa eserleri ile birlikte seyredenleri büyüler. Hazine Bölümü sergilemesi 2001 yılında modernize edilerek değiştirilmiştir. İlave bir ücret ile gezilebilen bölümde ilk odada Osmanlı İmparatorluğunun değişik çağlarda kullandığı biri som altın kaplamalı diğeri benzersiz mine ve kıymetli taşlarla süslenmiş, bir diğeri abanoz ağacı ve üzerine fildişi kakma motifli, ötekisi bağa ve sedef kakmalı, kıymetli taşlarla süslü dört taht ve sultanların nadide taşlarla süslü sorguçları, iri taşlı zümrüt askıları yer alır. İkinci odada Rus-Çin-İran-Hind el işi güzel eserler, devlet madalyonları sergilenmektedir. Üçüncü salon vitrinlerini Yeşim, tutya ve neceften yapılma eşsiz eserler, bir 16 yy. merasim miğferi, her biri 48 kg som altından yapılan iki büyük şamdan süsler. Dördüncü salonda merasim kılıç ve hançerleri, takı ve yüzükler yanında Sarayın sembolü Topkapı hançeri, Kaşıkçı Elması, III Mustafa’nın süslü zırhı ve altın üzeri değerli taşlarla süslü beşik sergilenmektedir. Üçüncü odayı dördüncüye bağlayan, Boğaziçi’nin girişine ve Asya sahiline hakim şahane manzaralı bir balkon vardır.
SAAT KOLEKSİYONU BÖLÜMÜ
Kutsal emanetlerin yanındaki oda, dünyanın en zengin koleksiyonudur. Giriş sağ tarafında Türk sanatkârlarını saatleri yer alır. Çok değerli duvar ve masa saatleri, cep saatleri 16-19. yy.lar arası tarihlenir. Değişik markalar saraya hediye edilmişlerdi. Salonun en büyük saati 3.5 metre boyunda ve 1 metre eninde İngiliz malı olup, içinde bir org vardır. Cep saatleri arasında Sultan Abdülmecit ve Abdülaziz’lerin portreli saatleri enteresandır. Kubbeden aşağıya sarkan kuş kafesinin altı enteresan, mineli bir saattir.
KUTSAL EMANETLER BÖLÜMÜ

16 yy. Mısır’ın fethini takiben saraya getirilen İslam'ın kutsal emanetleri o tarihten beri bu bölümde muhafaza edilmektedirler. Emanetlerin sergilenmesinden önce, bölüm Taht Odası olarak kullanılmıştı. Kubbeli odaların duvarları çinilerle kaplıdır. Hz.Muhammed’in kılıçları, yayı ve değerli bir kutu içerisinde muhafaza edilen hırkası koleksiyonun önemli parçalarıdır. Odadaki büyük, süslü işlemeli, kubbeli kafes gümüşten mamuldür. Diğer oda vitrinlerinde Peygamberin, mührü, sakal kılları, mektup ve ayak izleri sergilenmektedir. İlk el yazma Kuranlardan birisi, Kâbe’nin anahtarları, önemli kişilerin kılıçları diğer eserlerdir.
SULTAN PORTRELERİ GALERİSİ
Kutsal Emanetler bölümü ile Hazine arasında, müze müdüriyetinin bulunduğu önü sütunlu binadadır. Büyük salonda zaman, zaman değiştirilen sergiler yer alır. Topkapı Sarayı Müzesinde zengin, değişik belgeler, kitaplar, minyatürler, yazı takımları gibi kıymetli eserler bulunmaktadır. Bu nadide parçalar buradaki salonda zaman içerisinde sergilenir. Salonun balkon şeklindeki galeri duvarlarında Sultanların yağlı boya tabloları bulunmaktadır.
DÖRDÜNCÜ AVLU
Sarayın üçüncü avlusundan koridorlar ile dördüncü avluya, bahçeler içindeki pavyonlara geçilir. Burada sarayın tek ahşap pavyonu, 17. yy. zengin işlemeli ve çinilerle süslü Bağdat ve Revan köşkleri ve nihayet saraya inşa edilen en son yapı olan Mecidiye köşkü yer alır. Köşkün alt katı ziyaretçilere ayrılmış lokantadır. Bağdat köşkünün önündeki teras Haliç, Galata bölümü ve Eski İstanbul’un kubbeler ve minarelerden oluşan eşsiz manzarasının birlikte seyredilebileceği en uygun yerdir. Saray yamaç bahçeleri halka tahsis edilmiş büyük bir şehir parkıdır.
Subscribe to RSS Feed Follow me on Twitter!