İstanbul ilinin Eminönü ilçesinde yer alan tarihi bir parktır. Alay Köşkü, Topkapı Sarayı ve Sarayburnu arasında yer alır.
Gülhane Parkı, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Topkapı Sarayı'nın dış bahçesiydi ve içinde bir koru ve gül bahçelerini barındırırdı. İstanbul şehremini operatör Cemil Paşa (Topuzlu) zamanında düzenlenerek 1912 yılında park haline getirildi ve halka açıldı.
Toplam alanı 163 dönüm kadardır. Parkın girişinde sağ tarafta İstanbul şehremini ve belediye başkanlarının büstleri vardır. Ayrıca, Sarayburnu kısmında Atatürk'ün Cumhuriyetten sonra dikilen ilk heykeli (3 Ekim 1926) bulunur. Heykel, Avusturalyalı mimar Kripel tarafından yapılmıştır. Parkın ortasından iki yanı ağaçlı yol geçer. Bu yolun sağında ve solunda dinlenme yerleri, çocuk bahçesi bulunmaktadır. Boğaza doğru kıvrılarak inen yokuşun sağında ise Romalılardan kalma Gotlar Sütunu vardır.
Parkın Sarayburnu kısmı eskiden Sirkeci demiryolu hattı üstünden bir köprüyle ana parka bağlıydı. Bu kısım sonradan sahilyolu (1958) ile parktan ayrıldı. Atatürk, halka latin harflerini halka ilk defa bu parkta 1 Eylül 1928 tarihinde gösterdi. Atatürk'ün naaşı Ankara'ya gönderilirken, İstanbul'daki son tören Gülhane Parkı'nın Sarayburnu bölümünde 19 Kasım 1938 tarihinde yapıldı.
Tabut, top arabasından 12 general tarafından alınarak Yavuz zırhlısına götürülmek üzere rıhtımdaki bir dubaya yanaşan Zafer destroyerine konuldu.
Yıllardır çok kötü ve harap bir şekilde bulunan park 2003 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından restore edilerek, eski görkemli günlerini aratmayacak bir duruma getirildi.
|
26 Ocak 2014 Pazar
11:19
Yorum Yapılmamış
11:08
Yorum Yapılmamış
BEYAZIT II CAMİİ VE KÜLLİYESİ
Beyazıt Camii, İstanbul'un merkezî bir yerinde, şehrin Bizans devrindeki en büyük meydanı olan Forum Theodosiacum veya Forum Tauri'nin bir köşesinde Sultan II. Bayezid tarafından inşa ettirilmiştir. Külliye bir cami, türbe, aşhane-imaret, sıbyan mektebi, tabhâneler, medrese, hamam ve kervansaraydan ibarettir. Bütün bu yapılar Fâtih Camii ve Külliyesinden farklı olarak onun gibi tamamen simetrik bir esasa göre değil, fakat şehrin ortasındaki bu araziye dağınık bir biçimde yerleştirilmiştir. Cami, cümie kapısı üstünde hattat Şeyh Hamdullah tarafından celî-sülüs ile yazılan Arapça kitabesine göre 906 Zilhiccesi sonunda yapımına başlanmış ve 911 "de (1505) tamamlanmıştır.
Ayvansarâyî Hadîkatü'l-cevâmi' adlı eserinde (l, 200), aynı semtte bulunan Mimar Hayreddin Camii vesilesiyle, bu caminin banisinin Sultan Bayezid mimarı olduğunu bildirdiğinden, uzun süre Beyazıt Camii ve Külliyesi'nin Mimar Hayreddin'in eseri olduğu kabul edilmiştir. Sonraları, Lâleli Camii karşısında cadde kenarında Merdivenli Mescid adıyla tanınan küçük bir hayratı olan Mimar Kemâleddin'in Beyazıt Camii'nin mimarı olabileceği hususunda değişik bir görüş ileri sürülmüştür. Mimar Kemâleddin'in mezarı olduğu sanılan yerdeki kemikleri, İhtifaici Mehmed Ziya Bey'in Öncülüğü, Evkaf Nezâreti nazır vekili müderris Said Bey'in yardımı ve Mimar Muzaffer Mecid Bey'in gayretiyle büyük bir törenle 1922 Şubatının ilk günlerinde Beyazıt Camii hazîresine taşınmıştır. Uzun yıllar çatısız durumda kalan bu mescid ise 196Û'iı yıllarda yıktırılarak yerine bir iş hanı-apartman yaptırılmıştır. Nihayet bazılarına göre ise Beyazıt Camii'nin yapımında her iki mimarın da çalıştıklarına ihtimal verilmektedir. Ancak Mimar Kemâleddin'in kabrinin taşınması sırasında bu iddiada tereddütler olduğu, A. Süheyl Ünver tarafından bir gazete makalesinde dile getirilmiştir. Bu hususta Rıfkı Melûl Meriç tarafından ise çok değişik ve yeni bir görüş ortaya atılmıştır. 1958'de basılan makalesinde, İstanbul Belediyesi Kütüphanesi'nde Muallim M. Cevdet Bey yazmaları arasında bulunan 0.71 sayılı belgeye dayanarak caminin yapım tarihini biraz farklı vermiş, buna göre inşaata 3 Rebîüiâhir 906'da başlandığı ve 14 Cemâziyelevvel 911'de tamamlandığı ve Sultan II. Bayezid tarafından ilk namazın cemâziyelevvelin ilk yarısında kılındığı anlaşıldığı gibi, mimarının da Ya'küb Şâh b. Sultan Şâh adında bir usta olduğu öğrenilmektedir. Mimarın halifeleri de Ali b. Abdullah ile Yûsuf b. Papas adındaki sanatkârlardır. Aynı belgeye göre bina nâzın Mirliva Mustafa Bey'dir. İnşaatta İstanbul yeniçeri cemaati çalışmış, pencerelerin madenî parmaklıkları Sertopçuyan Bâlî Bey ve topçular kethüdası Atmaca Bey idaresinde Topçular Ocağı tarafından dökülmüş, nakışlar Nakkaşlar cemaati sanatkârları eliyle yapılmış, avize zincirleri Derviş Mehmed adlı usta tarafından imal edilmiştir. Aynı belgede, cami tamamlandıktan sonra buraya Kur'ân-ı Kerîm'ler, halılar, seccadeler, kandiller, askılar, fenerler, mumlar, cüz mahfazaları, rahleler, avizeler, Kur'an keseleri ve daha pek çok eşyanın kimler tarafından verildiği de kayıtlıdır. Külliyenin bir unsuru olan medresenin inşasına cami bittikten sonra 912 (1506) başlarında başlanmıştır. Bu inşaatta bina emini Solakoğlu Ali ve kâtibi Hacı Ali'dir, mimarı ise Yûsuf b. Papas'tır. İnşaat 20 Rebfülevvel 913'te tamamlanmıştır. Külliyenin parçalarından sıbyan mektebi de aynı tarihlerde tamamlanarak tedrisata başlanmıştır. Camiye 3 Receb 911 "de su verilmiştir.
Beyazıt Camii' nin Arapça vakfiyesi, Rumeli kazaskeri Meviânâ Abdurrahman Celebi tarafından düzenlenmiştir. Vakıflar
Genel Müdürlüğü'ndeki Türkçe vakfiye ise Cemâziyelevvel 911 başlarında yazılmıştır. Vakfiyelere göre, külliyeye gelir sağlamak üzere Selanik'te ve Bursa'da birer büyük kervansaray yapılmıştır. Bunların vakfiye tarihinden iki üç yıl sonra yapıldıkları tesbit edilmektedir. Bursa'daki kervansaray (şimdi Pirinç Hanı) Muharrem 913 ile Rebîülevvel 914 arasında inşa edilmiştir. Ayrıca Selanik'te bir bedesten, bir başhâne, bir hamam ile esasları "kâfir yapısı" olan iki hamam daha vakfedilmiş, Edirne'de Kaleiçi'nde Yemişkapanı Kervansarayı da camiye vakıf kaydolunmuştur. Vakfiyesinden anlaşıldığına göre Beyazıt Camii ve Külli-yesi'nin gayet kalabalık bir hizmetli kadrosu vardır.
Beyazıt Camii'nin inşaatı bittikten pek az sonra, 915'te (1509) İstanbul'da pek çok binayı harap eden, kırk beş günlük bir müddet içinde zaman zaman tekrarlanan ve "küçük kıyamet" denilen bir zelzele olmuş, herhalde bu sırada binada da bazı hasarlar meydana gelmiştir. Fakat bu tahribatın ne derecede olduğu bilinmemekle beraber caminin kubbesinin "dağılıp pare pare olduğu" Künhü'î-ohbdr'daki bir kayıttan öğrenilmektedir. Vakıflar başmimarı Ali Saim Ülgen'-den şifahî olarak öğrenildiğine göre caminin İki yarım kubbesinden biri ahşaptır. Eğer bu doğru ise yarım kubbelerden birinin 1509 veya daha sonraki bir zelzelede çöktüğü, ardından da ahşap olarak onarıldığı kabul edilebilir. Ancak bu hususun önce doğruluk derecesinin araştırılması gereklidir.
Mimar Sinan'ın eserlerinin adlarını veren Tuhfetül-mi'mârm'öen, Beyazıt Camii'nin XVI. yüzyıl içerisinde onun tarafından bir kemer inşa edilerek desteklendiği öğrenilmektedir. Bu kaynakta, "... ve İstanbul'da Merhum Sultan Baye-zid'in câmi-i şerifi bir kemer-i cedîdle istihkâm bulmuştur, fi sene 981 (1573-74)" denilmektedir. İstanbul kadısı ile Hassa mimarbaşısına (Mimar Sinan) gönderilen S Cemâziyelâhir 988 tarihli bir yazıdan öğrenildiğine göre, Beyazıt Camii mütevellisinin talebi üzerine, "türbe bağçesinin çarşu canibinde" vakfa gelir sağlayacak beş adet dükkânın inşası için keşif yapılması istenmiştir. Evliya Çelebi'nin yazdığına göre Beyazıt Camii'nin etrafında XVII. yüzyılda geniş bir dış avlu vardı. Aslında üstü açık olan şadırvan havuzu Sultan IV. Murad (1623-1640) tarafından etrafına dikilen sekiz sütun üzerine oturan bir kubbe ile örtülmüştür. İstanbul'un büyük yangınlarından Beyazıt Camii ve çevresi de zarar görmüştür. 1683'tekİ bir yangında minare külahları tutuşmuş, 1741'de de diğer bir yangın caminin etrafındaki dükkânları yok etmiştir. 1156 Ramazanında minarelerden birine yıldırım isabet etmesi üzerine tutuşan külah "bir mum gibi" yanmıştır. Bir belge, 1167 Zilhiccesi başlarında Beyazıt Camii'nin kubbesinin tamiri için Karamürsel'den ot taşı getirtilmesi istenildiğini bildirir. 1760 ve 1767'-de iki defa şeyhülislâmlık makamına getirilen Hacı Veliyüddin Efendi, değerli eserlerden meydana gelen kütüphanesini Beyazıt Camii'nin sağ tarafına bitişik olarak yaptırdığı müstakil binada toplayarak 1181'de (1767-68) vakfetmiştir. Doğu tarafındaki kapı üstünde bulunan kitabe hattat Mustafa b. Meh-med'in imzasını ve 1212 (1797-98) tarihini taşıdığına göre Beyazıt Camii bu yıllarda bir tamir görmüş olmalıdır. Caminin kıble tarafında Sultan II. Bayezid'in türbesinin bulunduğu hazîreye XVIII ve bilhassa XIX. yüzyıllarda pek çok kişi gömülmüş, ayrıca hazîre duvarı köşesine Sadrazam Reşid Paşa için İsviçreli mimar G. Fossati tarafından Tanzimat üslûbunda bir türbe yapılmıştır. Bu nazirenin seçilmesindeki sebep, herhalde Reşid Pa-şa'nın babası Mustafa Efendi'nin Sultan II. Bayezid vakıfları rûznâmçe*cisi oluşudur. Bu türbede Reşid Paşa'dan başka üç oğlu, Cemil Paşa, Ali Galip Paşa ile Salih Bey de yatmaktadır. Reşid Paşa'-nın zevcesi Âdile Hanım'ın kabri ise türbenin dışında hemen yanındadır. Caminin tabhâne*lerine bitişik olarak sonradan ilâve edilmiş ahşap eklemeler 1920'-den sonra sökülüp kaldırılmış, 1950 yıllarında da iç avlu döşemeleri yenilenmiş, minarelerde bazı tamirler yapılmıştır.
İstanbul'un en merkezî yerinde bulunduğundan çeşitli esnaf Beyazıt Camii avlusu ve çevresinde toplanmıştır. Hatta XVIII. yüzyılda dış avluda kasapların bulunduğu bilinmektedir. XIX. yüzyılda caminin iç avlusunda revakların içinde ve kısmen Önlerinde ramazan ayında "Ramazan Sergisi" adıyla bir açık pazar kurulması şehrin özelliklerinden biriydi. Bu pazar 1922'Ierden sonra kaybolmuş, yalnız eski Sahaflar Çarşısı yandıktan sonra şimdiki kagir dükkânların yapımı bitinceye kadar eski kitapçılar 1951-1954 yıllarında revak kubbelerinin altında geçici dükkânlar ve sergiler yaparak işlerini sürdürmüşlerdir. Sonra bu sergi ve dükkânlar kaldırılmıştır.
İstanbul'un Bizans devrindeki tarihî topografyası hakkında araştırma yapanlardan bazılarının iddiasına göre Beyazıt Camii'nin yerinde evvelce Hagia Anas-tasia Kilisesi bulunuyordu. Fakat bu görüşü kuvvetlendirecek sağlam bir dayanak yoktur. Cami yapıldığında etrafı selâtin camilerinin hepsinde olduğu gibi geniş bir dış avlu ile çevrili bulunuyordu. Hatta bu avlunun yılda iki defa temizlenip süpürülmesi usulden olmuşken bu işin bir süredir ihmal edilmesi üzerine 26 Zilkade 993'te İstanbul kadısına temizliğin yaptırılması ihtar edilmiştir. Bugün bu dış ihata duvarından hiçbir iz yoktur. Beyazıt Camii'nin dış avlusu durumundaki meydanın tarih içindeki gelişme ve değişiklikleri ise ayrı bir araştırma konusu olacak derecede zengindir. Caminin esas avlusu dışarıya üç kapı ile bağlantılıdır. Bunlardan ortadaki Eski Saray tarafında olduğundan saray kapısı, soldaki imaret kapısı, sağdaki ise meydan kapısı olarak adlandırılmıştı. Bu kapıların dış yüzleri âbidevî bir görünümdedir. Methal açıklığı mukarnasiı mermerden muhteşem bir nişin içinde açılmıştır. Burmalı bir çerçeve ile sınırlanan kapıların tepelikleri zengin profilli tomurcuklar ile taçlanmıştır. Kare biçimli harim avlusu içeride yirmi dört kubbeli revaklarla çevrilmiş olup mermer döşeli avlunun ortasında şadırvan bulunur. Avlu mermerlerinin aralarında geniş kırmızı porfir taşı levhalar görülür. Bunların Bizans devri lahitlerinden kesilmiş ve yontulmuş olmaları kuvvetle muhtemeldir. Şadırvanın, IV. Murat tarafından yaptırıldığı bildirilen kubbe ve saçağını taşıyan yeşil somaki sütun gövdeleri de devşirme parçalardır. Bunların altlarında prizma biçimindeki kaidelerin de Bizans sütun başlıkları olup yontulmak suretiyle üstleri düzlendikten sonra kullanıldıkları anlaşılmaktadır. Revaklardaki sütun gövdeleri de çeşitli renk ve cinsten taşlardandır. Devşirme olan bu gövdelerin üstlerindeki başlıklar mukarnasiı Türk başlıklarıdır. Revak kemerleri de beyaz ve kırmızı mermerden yapılmıştır. Avlu revaklarının yedi kubbesi son cemaat yerine aittir. Buradaki cümle kapısı klasik devir Osmanlı mimarisinin muhteşem bir eseridir. Ahenkli bir biçimde taştan işlenmiş kordonlarla bölünen kapı nişi mukarnasiı bir başlığa sahiptir. Esas kapı kemeriyle mukarnasiı bölüm arasında ise yapının kitabesi yer almaktadır. Cümle kapısı kanatları zengin surette işlenmiş, altın yaldızlı madenden kaboşon-lar ile süslenmiştir.
Caminin içi kare şeklinde olup dört payeye oturan dört büyük kemer Aydın Yüksel'in ölçüsüne göre 16,78 m. çapındaki kubbeyi taşır. Bu ana kemerlerden ikisinin içlerine demir kenetler konulmak suretiyle desteklendikleri tesbit edilmiştir. Harimin ana mekânı, kıble ekseni üzerinde iki yarım kubbenin desteklediği ana kubbe ile örtülmüştür. İki yandaki tâli mekânlar ise dörder bölüm halinde olup bunların her biri küçük birer kubbe ile örtülüdür. Bu yan bölümlerden de dışarı açılan birer kapı vardır. Sağdaki bölüm dizisinin kıble duvarına komşu olan sonuncusu içinde, on devşirme sütun üstüne oturan bir hünkâr mahfili yapılmıştır. Dıştan bir merdivenle ulaşılan bu mahfil şebekeli bir korkuluğa sahiptir. Çeşitli renklerdeki sütunların başlıkları zengin biçimde mukarnasiı olarak işlenmiştir. Mahfilin altındaki ahşap tavanın da aslında altın yaldızlı ve nakışlı olduğu tesbit edilmiştir. Bu mahfilin simetriği olan köşede duvar içinde bir merdivenin varlığı belirlenmiştir. Niçin yapıldığı pek anlaşılamayan bu merdiven, aslında teamül gereğince sol tarafta inşası tasarlanan hünkâr mahfili için yapıldığı, fakat sonraları bu projenin değiştirildiği ihtimalini hatıra getirmektedir.
Mihrap, minber, müezzin mahfili ile giriş duvarına konsollar üzerine oturan kadınlar mahfili itinalı taş işçiliğine sahip kısımlardandır. Bunlardan bilhassa minberin dantela gibi işlenmiş olması kayda değer bir özelliktir. Kapı ve pencere kanatları da devrinin ahşap işçiliğinin en güzel örneklerinden sayılabilir. Beyazıt Camii'nin ana mekânının bir esas kubbeyi iki yarım kubbenin desteklemesine dayanan sistemi Ayasofya'nın Örtü düzenine benzediğinden, bu yapının Ayasofya'nın ilhamı ile yapılmış onun bir benzeri, hatta taklidi olduğu yabancı yazarlar tarafından devamlı olarak tekrar-lanmışsa da Ayasofya'daki statik zayıflığın burada olmayışı, Beyazıt Camii1 ni yapan mimarların başka merhalelerden geçerek bu neticeye ulaştıklarını gösterir. Beyazıt Camii Edirne'deki Üç Şerefe-li, İstanbul'da birinci Fâtih ve Atik Ali Paşa camilerinde uygulanan gelişmelerin tabii bir sonucu olarak meydana getirilmiş bir eserdir.
Tabhâneler. Erken Osmanlı devrinde zaviye mahiyetinde olan tabhâneler birçok durumda ayrı binalar olarak yapılırken vezir camilerinde caminin iki yanına bitişik, kubbeli birer veya ikişer mekân halinde inşa edilmiştir. Bu yüzden de esas görevleri hiç araştırılmaksızın böyle dinî binalara "ters T tipi camiler" gibi anlamsız bir ad takılmıştır. Halbuki büyük seiâtin camilerinin birkaçında bu tab-hânelerin vezir camilerinde de olduğu gibi ana ibadet mekânının iki yanına bitiştirildik! eri görülür ki bunlardan biri de İstanbul'daki Beyazıt Camii'dir. Burada caminin iki yanına bağımsız birer kitle halinde tabhâneler inşa edilmiştir. Dışarıda girişleri olan bu yapıların ortada, evvelce üzerlerinde aydınlık fenerleri olan kubbeli birer kapalı avlu mahiyetindeki orta bölümleri ile buna açılan iki taraflarında ocaklı ve kubbeli dörder hücreleri vardı. Böylece bunlar "âyende ve revende'nin (gelen giden) kısa süreli olarak barınmasına, misafir edilmesine mahsus mekânlardı. Sonradan bu gelenek ortadan kalktıktan sonra tabhânelerin ana bölümleri, esas cami ile aralarındaki duvarlar kaldırılarak bunlar namaz mekânlarına katılmış, ortada kapalı avlu geleneğini yaşatan kubbe fenerleri de kaldırılarak buralara Türk mimarisine uymayan garip ve gülünç kümbetler yapılmıştır. Evliya Celebi de, "Camiye muttasıl yemîn ve yesârında müsâfırîn için iki adet tabhâ-ne bina olunmuş" dedikten sonra, "ba1-dehu mezkûr tabhâneleri camiye ilhak idüp câmi-i şerif iki cihetten tevsî olundu" cümlesiyle bu olayın en azından kendi yaşadığı yıllardan önce veya o sıralarda cereyan ettiğini belirtir. Beyazıt Camii tabhâneli veya zâviyeli camilerin en büyük örneklerinden biri olarak sanat tarihinde ayrı bir yere sahiptir.
Minareler. Beyazıt Camii'nin minareleri Osmanlı devri Türk mimarisinde çok değişik bir sistem uygulanarak tabhânelerin en dış köşelerine yerleştirildiğinden aradaki açıklık 79 metreyi bulmaktadır. Taştan olan minarelerden 1953-1954'te tamir edilen sağdaki orijinal süslemesini zamanımıza kadar korumuştur. Gövdede pişmiş topraktan kırmızı renkte kuşaklardan başka gövdenin yukarı bölümünde yine aynı malzemeden geometrik bir süsleme kaplaması görülür. Şerefe çıkmaları ise sarkıtmalı fsta-laktitli) mukarnaslar ile bezenmiştir. Soldaki minare gövdesinde hiçbir renkli süslemenin olmayışına karşılık şerefe çıkmaları altında ötekinde olduğu gibi sarkıtmalı mukarnaslar vardır. Bu minare gövdesinin bilinmeyen bir tarihte bir yenileme gördüğüne işaret sayılmalıdır. Fakat bu minareler bilhassa kürsü kısımlarının mimarisi ve süslemesi bakımından önemli ve hemen hemen eşsizdir. Başlı başına birer mimari varlık olarak tasarlanmış olan bu kürsülerin köşelerinde stalaktitli başlıklı yarım sütunlardan başka minareye geçit veren ve dıştan irtibatlı âdeta âbidevî karakterde kapılar da vardır. Bu kapılar renkli mermerlerle çerçevelenmiş böylece zengin bir görünüm almıştır. Kürsülerin yukarı bölümlerinde ise kırmızı, beyaz ve yeşil renklerde kare panolar yapılmış olup bunlardan meydana bakanların geometrik şebeke motifleriyle süslenmesine karşılık yanlarda kûfî hatla, "satrançlı" denilen (hatt-ı ma'kilî) yazı ile girift biçimde dört "elhamdülillah" yazılmıştır. Kapıların üstlerinde de aynı hatla İhlâs süresi işlenmiştir. Kürsülerin pabuç ile birleştiği yerde ise avlu kapılan taçlarında da görülen tomurcuk dizilerinin tekrarlandığı dikkati çeker.
Türbeler. Sultan II. Bayezid'in türbesi ölümünden sonra oğlu Yavuz Selim tarafından caminin kıble tarafındaki boş yere inşa ettirilmiştir. Her bir kenarı 5,35 m. Ölçüsünde sekizgen biçiminde olan ve köfeki taşından yapılan türbenin üstünü sağır kasnaklı bir kubbe örter. Her cephede altlı üstlü iki pencere vardır. Giriş kısmındaki geniş saçaklı hol, herhalde daha eski bir benzerinin yerine XVIII. yüzyıl sonlarına doğru yapılmış olmalıdır. İki renkli taşlardan yapılan kapı kemeri üstündeki kitabe yerine boya ile besmele yazılmıştır. Çok zengin oymalar ile işlenmiş, geçmeli kapı kanatlan ayrıca altın yaldızlı madenî kaboşonlar-la süslenmişse de maalesef bunların çoğu çalınmıştır. Türbenin içindeki kalem işi süslemeler geç devrin barok üslûbun-dadır. Bayezid'in sandukası tek olarak ortada bulunur. Kubbeden bir avize sarkmaktadır. Pencerelerdeki ahşap kapaklar orijinaldir.
Bu türbenin yakınında daha ufak ölçüdeki diğer bir türbe ise Sultan Bayezid'in kızı Selçuk Hatun'a (Sultan) aittir. Aynen padişahınki gibi bu da her cephesi 3.65 m. ölçüsünde olmak üzere sekiz köşeli ve kubbelidir. Selçuk Sultan 1508'de ölmüş ve türbenin vakfiyesi de aynı tarihlerde tanzim edilmiştir. Çok sade olan türbenin içinde geç devrin kalem işi nakışları vardır. Türbede sadece Selçuk Sultan'ın sandukası bulunmaktadır.
Medrese. Beyazıt Külliyesi'nin medresesi caminin uzağına bağımsız bir bina halinde yerleştirilmiştir. Vakfiyelerde adı geçmediğinden ve 7 Muharrem 912 tarihli bir belgeden, medresenin yapımına cami inşaatı bittikten sonra başlandığı, mimarının Yûsuf b. Pa-pas, bina emininin Solakoğlu Ali, kâtibinin de Hacı Ali olduğu öğrenilmektedir. Her üçüne de 913'te (1507) çeşitli hediyeler ihsan edildiğine göre inşaat bu tarihte bitmiş olmalıdır. 1509'daki zelzelede büyük ölçüde zarar görmüş ve hatta tamamen yıkılmıştır. Fakat felâketin hemen arkasından tamir edilmiş ve şehrin en önemli medreselerinden biri haline gelmiştir. Genellikle şeyhülislâmların ders verdikleri bu medresede Zenbilli Ali Efendi, İbn Kemal gibi meşhur zatlar hocalık yapmışlardır. Medresenin çok bakımsız durumda olması yüzünden 1911 ve 1915'te raporlar yazılmış, ancak 1940'-Iı yıllarda büyük ölçüde tamir görerek 1943'te Belediye Şehir Kütüphanesi yapılmıştır. Kırk yıl bu şekilde hizmet ettikten sonra Belediye Kütüphanesi buradan çıkmış ve medrese günümüzde Vakıflar Hat Sanatları Müzesi olmuştur.
Beyazıt Medresesi evvelce Önündeki meydandan taş örülü bir duvarla ayrılmıştı. Meydana açılan klasik üslûpta bir kapısı vardı. Burası kütüphane yapıldıktan sonra bu duvar indirilmiş ve derzleri boşluklu taş kaplanmış, bu da şiddetli tenkitlere yol açmıştır. İstanbul'da 1956-1959 yıllarında yapılan büyük istimlâkler sırasında Beyazıt Meydanı da oyulduğunda bu duvar bütünüyle ortadan kaldırıldığından medrese açıkta kalmıştır. Medrese 44 X 36,60 m. ölçüsünde olup iç avlunun etrafını üç taraftan kubbeli revaklar sarar. Bu revakların kemerleri genellikle olduğu gibi sütunlara değil kare taş payelere oturmaktadır. Cümle kapısının tam karşısındaki kenarda yer alan dershane - mescidin üstü 7,40 m. çapında bir kubbe ile örtülüdür. Medresenin her tarafında kesme taş kullanılmış olmasına karşılık dershane-mes-cid taş ve tuğla şeritleri halinde inşa edilmiştir. Medresenin cümle kapısı sivri kemerli büyük bir eyvanın içinde açılmıştır. Bu eyvanın da tepeliğinde camideki gibi taştan tomurcuk dizileri sıralanır. Revakların arkasında her biri ocaklı, do-laplı ve dışa penceresi olan kubbeli yirmi odası vardır. Avlu ortasında ise bir şadırvan bulunur. Halk arasında bu medreseye, cephesi önünde eskiden beri duran bir havuzdan dolayı Havuzlu Medrese denilirdi; havuz 1956 yılı istimlâklerinde yok edilmiştir.
Sıbyan Mektebi. Caminin kıble tarafında, nazirenin de İlerisinde olan sıbyan mektebi vakfiyeye göre yetim ve fakir çocuklara şart koşulmuştur. 20 Rebîülev-vel 913'te muallim ve halifesine ücret tahakkuk ettiğine göre mektep bu tarihte faaliyete geçmişti. İhmaller sonucu çok harap duruma düşen bu küçük eser 1960'a doğru Vakıflar tarafından tamir ettirilmiş, fakat mimarisine uymayan bir işe tahsis edilerek Hakkı Tarık Us Kütüphanesi yapılmıştır. Bu tahsisin yanlışlığı aradan yıi-lar geçtikten sonra anlaşılmış bulunuyor. Beyazıt Külliyesi'nin sıbyan mektebi, önünde dört sütuna ve iki yan duvara dayanan bir sundurması olan yan yana bitişik ikisi de kubbeli çifte mekândan ibarettir. Bunlardan soldaki geniş bir eyvanla dışarı açılır. Buradan geçilen ikinci kubbeli mekân ocaklıdır ve esas mektep kısmıdır. Bu bina İstanbul'un sıbyan mektepleri arasında tamamen değişik bir plan düzeni gösteren bir yapı olarak çok dikkat çekicidir. Eyvanlı kanat Asya ve eski Anadolu Türk mimarilerinin geleneğini sürdüren bir elemandır. Erken Osmanlı mimarisi Orta Asya'dan beri gelen eyvanı, üstünü kubbe ile örtmek, fakat bir cephesini kemerle dışarı açmak suretiyle bir süre kullanmıştır. Beyazıt Sıbyan Mektebi de bu prensibin İstanbul'daki son ve nâdir bir örneğidir.
İmaret ve Kervansaray. Vakfiyede "İmaret, matbahlar ve kilerler" olarak tarif edilen Beyazıt Külliyesi'nin aşhane-ima-reti ile kervansarayı caminin sol tarafında inşa edilmiştir. Aşhane-imaret, ortası şadırvanlı bir avlu etrafındaki kubbeli mekânlardan meydana gelmiştir. Arkadaki büyük bacalı mekânların mutfak olduğu anlaşılır. Evvelce avlunun ortasında yer alan şebekeli fıskiyeli şadırvan kaldırılarak buraya günümüzde avluyu örten modern çatıyı taşıyan beton direk oturtulmuştur. Avluyu çeviren kubbeli mekânların tam olarak esas görevleri bilinmezse de bunların erzak ambarı, tartı yeri, fırın, mutfak, yemek dağıtma yeri ve yemekhane (me'kel) oldukları anlaşılmaktadır. Bu binanın soluna bitişik olarak altı bülümü kubbelerle örtülü kervansaray bulunmaktadır. İki taş payenin taşıdığı kemerlere oturan eş ölçüdeki altı kubbe kurşun kaplıdır. Kervansaray veya han olarak adlandırılan bu büyük yapının Eski Saray tarafındaki yan cephesine XIX. yüzyılın ortalarında, şimdi üniversite merkez binası olan Seraskerlik binası yapıldığında, Misafirhâne-i Askerî adı verilen askerî lojman eklenmiştir. Seraskerlik bahçe duvarı altındaki dükkânlar Üe (Bakırcılar Çarşısı) aynı üslûpta olan bu taş bina sonraları Dişçilik Yüksek Okulu olmuş ve boşaltıldıktan sonra 1960 yıllarına doğru İstanbul Belediyesi tarafından yıktırılması için büyük gayret harcanmıştır; neticede yarı cephesinden bir kısmının kesilmesi suretiyle binanın kalanı kurtarılmıştır.
Beyazıt aşhane-imareti 1301'de (1883-84) Sultan II. Abdülhamid tarafından umumi kütüphane yapılmıştır. Bu vesile ile esas binanın meydana bakan cephesine XIX. yüzyılın "karma" (eklektik) üslubunda taştan bir kaplama "giydirilmiş", kapı ve pencerelerin biçimleri bu üslûba uydurulmuş ve kapısı üstüne Sultan 11. Abdülhamid'in tuğrası altına, ta1-lik hatla yazılmış manzum iki tarih kitabesi konulmuştur. Aşhane-imaretin sağındaki bölümler, kitap hacmi gittikçe artan kütüphanenin yer ihtiyacını karşılamak üzere, sonraları 1947-1955 yılları arasında restore edildiği gibi askeri misafirhanenin kurtarılan parçası da uzun gayretlerden sonra Beyazıt Kütüp-hanesi'ne tahsis edilmiştir.
Diğer Yapılar. Beyazıt Camii ile aşhane-imaret arasındaki boşlukta Sultan II. Mahmud tarafından ahşap bir Kasr-ı Hümâyun yaptırılmıştır. Aynî divanın-daki manzum tarih kitabesinden 1225 (1810) tarihinde inşa ettirilmiş olduğu öğrenilen bu zarif bina harap bir hale gelmekle beraber zamanımıza kadar ulaşmıştı. Zemin katının üstünde bir asma kat, bunun üstünde de çifte sıra pencereli, dışa şahnişin çıkmalı esas kasır bulunuyordu. Türk sivil mimarisinin İstanbul İçindeki bu son değerli örneği ne yazık ki 1933'e doğru İstanbul Belediyesi tarafından yıktırılarak ortadan kaldırıldı. Ressam A. Ziya Akbulut (ö. 1938) tarafından son haliyle kasrı avludan tasvir eden yağlı boya tekniğinde yapılmış tablo, şimdi Dolmabahçe Resim ve Heykel Müzesi'nde bulunmaktadır.
Evliya Çelebi Beyazıt KüIIiyesi'nde bir de muvakkithâne bulunduğunu bildirir. Bugün bu binanın yeri tesbit edilememektedir. Aynı şekilde yine Evliya Çele-bi'nin "Sebilhâne-i Sultan Bayezid Velî" olarak adlandırdığı sebilin de yeri bilinmiyor. Tarih beytinden IH. Murad zamanında yapıldığı anlaşılan sebilin şimdiki rektörlük binası ile eczacılık fakültesi arasındaki sokağın başında olduğu ileri sürülmüştür. İstanbul'un Kırım Harbi yıllarında 1855'e doğru Robertson adında bir İngiliz tarafından çekilen ilk fotoğraflarında, meydanda caminin sağ minaresi hizasında farkedilen. XIX. yüzyılda hâkim olan "empire" üslûbunda tek katlı bir binanın belki de Beyazıt Muvak-kithânesi olabileceği bir ihtimal olarak düşünülebilir. İkinci bir ihtimal de Sultan 11. Bayezid vakıfları mütevellisi tarafından 1800-1805 yılları arasında Ku-lekapulu Seyyid Hasan eliyle çizdirilen su yolu haritasında meydan ortasında işaretlenen Fincancı Kolluğu'nun (Karakol) bu bina olmasıdır.
Kaynak: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
10:50
Yorum Yapılmamış
İstanbul’un siluetini minareler ve kubbeler süsler. Şehrin en büyük ve görkemli camii Süleymaniye Camiidir. Dış ve iç estetiği, fevkalade muntazam, göz okşayıcı proporsiyonları seyredeni büyüler. Süleymaniye Camii bir mimari şaheserdir. 16. yy., Türk Osmanlı İmparatorluğunun her bakımdan gelişmiş ve ilerlemiş olduğu bir devirdir. 36 Osmanlı Sultanı arasında 47 yıl ile en uzun hüküm süreni Kanuni Sultan Süleyman’dır. Bu büyük şöhretli Sultan, kendi adına yaptırtacağı camii Koca Mimar Sinan’a havale etmişti. Mimarlık dünyasının bir dehası olan Mimar Sinan, camii ve etrafını saran büyük kompleksi 1550-1557 yılları arasında tamamlamıştır. Türk sanatının klasik döneminin kurucusu ve geliştireni Mimar Sinan, sanatının üstünlüğünü burada da ispat etmişti. Caminin avlusunun etrafını çevreleyen büyük komplekste okullar, kütüphane, hamam, aşevi, kervansaray, hastane ve dükkânlar bulunur. Süleymaniye’nin dış güzelliğini seyredebilmek için yapıdan uzakta olmak gerekir. Galata Kulesi’nden veya Haliç’in Galata kesiminden, bu imparatorluk eseri bütün haşmeti ile görülebilir. Dört minaresi olan caminin esas mekânını büyük bir kubbe örter. Caminin ana girişi etrafı revaklarla çevrili, ortasında şadırvanı olan iç avludandır. İç mimarideki açıklık, bütünlük, ölçülü bir süsleme buranın haşmetli etkisini güçlendirir. 53 metre yüksekliğinde 26.50 m. çapındaki merkezi kubbeyi fil ayağı denilen dört büyük paye taşır. Mekânın bütün elemanları uyumlu bir armoni içerisindedir. Statik bakımından da yapının dengesi kusursuzdur. Zaman içinde İstanbul şehrini sarsan depremler burada tek bir çatlağa bile sebep olamamıştır. Kubbenin içi geçen yüzyılda yapılmış barok tesirli dekorasyondur.
Yerdeki el yapısı tek örnek, mihraplı halı 1950’li yıllarda yerleştirilmişti. İçerideki en göz alıcı yer mihrap duvarındaki 16. yy. orijinal, fevkalade renkli, Türk motifleri ile süslü vitraylardır. Gayet sade mevlithanlar balkonu ve minber yanında, yine mermerden yapılmış mihrap nişinin etrafı çinilerle süslüdür. Sultan locası mihrabın solunda bulunur. Duvarlar Kuran’dan alınan ayetlerle süslüdür. Bunlar Türk kaligrafi sanatının çok güzel örnekleridir. Giriş ve yan cephelerde kadınlara ayrılmış balkonlar yer alır. Girişin sağında bronz kafesli bölme 18. yy. Türk maden işçiliğinin güzel bir örneğidir. Caminin arka avlusunda Sultan Süleyman’ın, bunun yanında da çok sevdiği karısı Roksana’nın büyük türbeleri bulunur. Etrafta değişik asırlarda yapılmış önemli kişilerin mezarları vardır. Süleymaniye kompleksinin bir ucunda küçük ve gayet mütevazı bir mezar bulunur. Burası 99 yıl şan ve şöhret ile yaşamış 50 yıl süre ile İmparatorluk baş mimarlığı yapmış, büyük usta Mimar Sinan’ın mezarıdır. Koca Sinan çalışkan ve verimli bir mimardı; uzun yaşamı boyunca 400’den fazla eser tamamlamıştı. Kurucusu olduğu klasik Türk mimarisinin en önemli temsilcisi de oydu. Eğittiği öğrencileri diğer İslam ülkelerinde de eserler üretmişlerdi.
|
10:44
Yorum Yapılmamış
FÂTİH CAMİİ VE KÜLLİYESİ
İstanbul Fatih'te fetihten sonra yapılan ilk selâtin camii ile etrafındaki külliye.
Fâtih Sultan Mehmed, kendi adına yapılan bu cami ve külliye binaları için şehrin ortasında Bizans'ın büyük değer verdiği On İki Havari (Hagioi Apostoloi) Kilisesi'nin yerini özellikle seçmiş görünmektedir. Bu seçim, artık buraya yeni bir inancın hâkim olduğunu gösterdikten başka şehrin bir tepesi üstünde inşa edildiği için İstanbul'un siluetine Türklüğün ve İslâmiyet'in damgasını da vurmuş oluyordu. Ayrıca burada şehircilik bakımından benzersiz bîr düzenleme tasarlanmıştır. Bütün binalar tam bir simetriye göre yerleştirildiği gibi ortasında caminin bulunduğu külliye İstanbul'un en önemli dinî ve kültürel merkezini oluşturmuştur.
Caminin İki yanında medreseler, bunların önünde bir tarafta tabhâne, öteki tarafta dârüşşifâ, daha ileride bir çarşı ile bir de hamam yer almıştı. Ancak Türkleşen İstanbul'un yeni bir medeniyet anlayışına göre imarının merkezi olan Fâtih Camii ve Külliyesi bütün elemanları ile günümüze kadar topluca korunamamıştır. Bazı elemanlar tamamen kaybolduğu gibi bazılarının arasına da XIX. yüzyıl sonlarından itibaren yeni binalar yapılarak külliyenin kendine has tertibi bozulmuştur.
Cami. Fetihten hemen sonra Ortodoks patrikliğine tahsis edilmişken çok harap bir halde olan bu On İki Havari Kilisesİ'nde barınamayan patriğin 1455'te başka bir yere taşınmak istemesi üzerine, Fâtih Sultan Mehmed ona diğer bir kiliseyi bağışlayarak buranın yerini kendi adına yaptıracağı külliyeye tahsis etmiştir. 867 Cemâziyelâhirinde burada başlayan inşaat 875 Receb ayına kadar sürmüştür, Bu külliyenin Khristodulos adında bir Rum mimar tarafından yapıldığı yolunda Eflak Voyvodası Demetrios Cantemir'in (ö. 1723) ortaya attığı iddia dayanaksız olup araştırmalar sonucunda Fâtih Camii ve Külliyesi'ni yapan mimarın Atik Sinan olduğu anlaşılmıştır. Ayrıca şu husus da göz önünde tutulmalıdır ki XV. yüzyılda yapılan bu selâtin camii ve külliyesi, bütünüyle Türk mimari geleneklerine uygun ve bunun tabii gelişmesinin bir halkası olarak meydana getirilmiştir. Bu külliyede Bizans sanatına işaret eden hiçbir iz yoktur. Muhakkak ki Süleymaniye Külliyesi 'nde de olduğu gibi işçiler arasında bulunan Bizanslı ustaların el emeğinden faydalanılmıştır.
Külliye yapıları, Edirne'deki Üç Şerefeli Cami ile Beyazıt ve Süleymaniye camileri arasında Türk selâtin camilerinin mimari gelişmesinin bir halkasıdır. Binalarda son dönem Bizans mimarisiyle hiçbir akrabalık olmadığı gibi külliyenin merkezi olan caminin planı da Türk mimarlığının tabii gelişmesinin bir safhasına işaret eder. Bizans'ta yapı faaliyeti yaklaşık XIV. yüzyıl ortalarından itibaren hemen hemen bütünüyle durduğuna ve büyük çapta bir dinî bina yapılmadığına göre fetihten sonra birden bire üstün kabiliyetli ve Türk yapı sanatını bilen bir hıristiyan mimarın ortaya çıkabileceğine inanmak mümkün değildir.
K. VVulzinger adındaki bir Alman mimar ve mimarlık tarihçisi 1933'te yayımladığı bir makalede garip bir görüş ortaya atarak Fâtih Camii'ni tam ölçüleri ve planı bile bilinmeyen Havariler Kilisesi 'nin temelleri üzerine oturtmak istemiş ve bu yolda bazı çizimler de yapmıştır. Sağlam bir dayanaktan yoksun olan görüş Âli Sâim Ülgen ve Halim Baki Kunter tarafından ciddi surette tenkit edilmiştir (1938). Esasen eski kilise ile caminin yönleri aynı olmadığına göre duvarlanndan faydalanılması da imkânsızdır.
Fâtih Sultan Mehmed'in İstanbul'daki hayır tesisleriyle ilgili olarak düzenlenmiş çeşitli vakfiyelerde Fâtih Camii ve Külliyesi hakkında bilgiler vardır. Arapça ve Türkçe olan bu vakfiyeler Tahsin Öz (1935), Vakıflar Genel Müdürlüğü (1938) ve Osman Nuri Ergin (1945) tarafından yayımlanmıştır. Saraçhanebaşı'nda kendi adına yaptırdığı mescid ve mezarı 1956-1958 yıkımlarında kaldırılan Mimar Ayaş'ın Fâtih devri mimarlarından olduğu bilinmekte ve Fâtih Camii inşaatında çalışmış olacağı da ayrıca tahmin edilmektedir. 1509 yılında meydana gelen ve "küçük kıyamet" denilen büyük zelzelede Fâtih Camii kubbesinin hasara uğradığı, hatta sütun başlıklarının parçalandığı ve kubbenin çarpıldığı, külliyenin dârüşşifâ, imaret ve medrese gibi yapılarının da özellikle kubbelerinde büyük zararlar olduğu bilinmektedir. 1557 ve 1754 depremlerinde yeniden hasar gören cami onarılmışsa da 1766 depremine dayanamamış, büyük kubbesi tamamen çöktüğü gibi duvarları da tamir edilemeyecek derecede yıkılmıştır. Sultan III. Mustafa, Hâşim Ali Bey'i bina emini tayin ederek önce türbe ve külliye binalarını yaptırmış, Fâtih Camii'nin yeni bir plana göre aynı yerde inşasına ise 4 Rebîülevvel 1181'de önce Sarım İbrahim Efendi, daha sonra da İzzet Mehmed Bey nezâretinde girişilerek 1185 yılı Muharreminde cami ibadete açılmıştır.
Bugünkü Fâtih Camii ilkinden çok farklı olmakla beraber bazı yerlerinde eskisini hatırlatan iz ve kalıntılar mevcuttur. Ayrıca XIX. yüzyıla kadar tek şerefeü olan minarelere bu yüzyıl içinde birer şerefe eklenerek boylan yükseltilmiş, aynı yüzyıl sonlarında da (herhalde 1894 zelzelesinden sonra) külahları taştan yapılarak yenilenmişse de 19661967'de tekrar kurşun kaplı ahşaba çevrilmiştir. Taş külahlar. Amcazade Hüseyin Paşa Külliyesi'ndeki Vakıflar Türk İnşaat ve Sanat Eserleri Müzesi'nde bir ara avluda yeniden kurularak korunmuştur. İlk Fâtih Camii'nin ortada bir büyük kubbesiyle mihrap tarafında bir yarım kubbesi ve yanlarda daha alçak üçer küçük kubbeli bölümleri bulunduğu eski resimlerinden anlaşılmaktadır. İlkinin şekli Mehmet Ağaoğlu. Âli Sâim Ülgen, Ekrem Hakkı Ayverdi ve Robert Anhegger tarafından hemen hemen kesinlikle tesbit edilmiş olmakla beraber bazı ayrıntılar üzerinde henüz tam bir fikir birliğine varılamamıştır. Ayrıca avlu döşemesinde işlemeli yüzleri tersine çevrilerek kullanılmış bazı mermerlerin Havariler Kilisesinin parçaları olduğu tesbit edilmiştir. İlk Fâtih Camii'nin dış görüntüsü ve planı, Kanunî Sultan Süleyman döneminde XVI. yüzyıl ortasında İstanbul'da bulunan Flensburglu ressam Lorichs'in (Lorck) çizdiği 11 m. uzunluğundaki İstanbul panoramasında ve eski bir su yolu haritasında görülmektedir. Kanunî Sultan Süleyman'ın ilk yıllarında İstanbul'a gelen ve şehrin ayn açılardan iki resmini çizen Flaman asıllı ressam Pieter Coeck van Aalst'ın ağaç oyma gravürlerinde de ilk Fâtih Camii Galata sırtlarından ve Ayasofya'dan görünümü ile tesbit edilmiştir. Bunlara göre cami, etrafı revaklarla çevrili bir iç avluyu takip eden bir son cemaat yerine sahipti. Kavsarası mukarnaslı bir taç kapıdan girilen ana mekânı ortada büyük bir kubbe örtüyordu. Bu mekânın İki yanında kubbeli daha küçük mekânlar bulunuyordu. Caminin mihrabı ise orta mekânın yarısı büyüklüğünde olan ileri taşkın bir bölümde idi. Bu bölümün üstü bir yarım kubbe ile örtülmüştü. İlk Fâtih Camii planı bakımından, ondan az sonra inşa edilen Çemberlitaş yanındaki Atik Ali Paşa Camii'nin çok daha büyük çapta bir benzeri idi. Ayrıca benzeri bir yapı şeması Konya'da II. Selim tarafından yaptırılan Selimiye Camii'nde de tekrarlanmıştır. İlk Fâtih Camii'nden bugüne ulaşabilen kalıntıların başında eski dış avlu kapısı gelir. Bunun üstünde kakma tekniğinde renkli taşlarla bezenmiş bir taç kısmı vardır. Cümle kapısı duvarı ve buna köşelerde bitişik iki minarenin kürsü, pabuç, hatta gövdelerinin başlangıçları da ilk Fâtih Camii'nden kalmıştır. Bunlardan birinci kürsü kısmında taşa işlenmiş olan güneş saati Süheyl Ünver'e göre XV. yüzyılın ünlü âlimi Ali Kuşçu'nun bir hâtırasıdır. İç avluda görülen iki pencere alınlığını süsleyen bir çift çini pano da ilk Fâtih Camii'ndendir. Tamamen XV. yüzyıl özelliğine sahip olan bu çini levhalardan birinde besmele, diğerinde Eski Fâtih Camii'nin Pieter Coeck van Aalts tarafından yapılan bir gravürdeki görünüşü Âyetü'lkürsrden bir kısım yazılmış olup aralarında yalnız XV. yüzyıl çini süslemelerinde görülen sarı renk kullanılmıştır. Bu kalıntılar göz önünde tutulduğunda ilk Fâtih Camii'nin içinin de çinilerle kaplı olduğu söylenebilir.
1766 zelzelesinin arkasından III. Mustafa tarafından yaptırılan bugünkü Fâtih Camii bütünüyle değişik bir düzende inşa edilmiştir. Avluyu takip eden ve son cemaat yerini ayıran kuzey duvarı ilk camiden kalmış, genellikle kabul gördüğü üzere kıble duvarı ileri alındığından cami harimi daha da büyümüştür. Taçkapı üstünde ilk yapıdan kalan Ali Sofi hattıyla yazılmış iki satır halinde bir kitabe yer almaktadır. Caminin esas mekânı (harim), dört yarım kubbe ile desteklenen bir ana kubbe sistemine göre evvelce Şehzade, Sultan Ahmed ve Yeni Valide camilerinde uygulanan düzende yapılmıştır. Dört kemerin desteklediği bu örtü ortadaki dört payeye bindirilmiştir. İkinci Fâtih Camii'nin bütünü eski Türk klasik mimarisine uymakla beraber payelerin yanı yuvarlak köşe pahları, bilhassa kemer ve yarım kubbe başlangıçlarını ayıran kademeli profilli silmeler, XVIII. yüzyılın ikinci yansında Türk sanatına hâkim olan barok üslûbunun özelliklerine sahiptir. Caminin iç yüzeylerini kaplayan kalem işleri nakışlar da barok üslûbundadır. Fakat ikinci Fâtih Camii, İstanbul siluetindeki genel görünümü bakımından klasik üslûptaki eserlerden bir farklılık göstermez. Ayrıca kendinden daha önce yapılmış olan Nuruosmaniye Camii'nin ağır barok görünümünden de uzak kalarak Osmanlı dönemi Türk klasik üslûbuna daha yaklaşıktır.
Türbeler. Fâtih Türbesi. Fâtih Sultan Mehmed 148l'de Gebze yakınındaki Sultançayın'nda vefat edince cenazesi İstanbul'a getirildi ve Fâtih Camii'nin kıble duvarı önünde uzanan hazîre alanındaki türbeye gömüldü. Fâtih'in vefatından önce veya sonra mı yaptırıldığı kesin olarak bilinmeyen bu türbe, 1766 depreminde çevresindeki yapılarla birlikte harap olmuşsa da kısa zamanda onarılmıştır. Bu büyük onarım sırasında türbenin ilk yerine nazaran daha İleriye alındığı iddia edilmiştir. Buna göre türbe daha ileride yeni baştan yapıldığından Fâtih'in mezarı da şimdiki caminin mihrabı altında kalmıştır. Halbuki bazı yeni araştırmalara dayanan bir iddiaya göre Fâtih Camii'nin kıble duvarı ileri alınmamış, türbe de eski yerinde ve ilk binanın temelleri üzerinde kurulmuştur. Bu tartışma, ancak türbe duvarları ve döşemesinde yapılacak ciddi bir araştırma ile halledilebilir. Fakat yaygın bir söylentiye göre Fâtih'in naaşı, türbeden caminin mihrabı altına kadar uzanan bir dehlizin sonundaki bir mezar odasında bulunmaktadır. Burasının, aslında yerin derinliklerinde Havariler Kilisesi'nden kalma bir mahzenken türbenin inşasından sonra mezar odası olarak kullanıldığı düşünülebilir. Ayrıca bazı söylentilere göre Fâtih Sultan Mehmed'in naaşı burada tahnit edilmiş olarak durmaktadır. İl. Abdülhamid, bir heyete kabrin içine inme emri verip Fâtih'in cesedinin altındaki tabutluk tabanı değiştirilmiştir.
1782'deki Cibali yangınında halkın yangından kurtardığı eşyalarını cami avlusuna yığması yüzünden buraya sıçrayan ateş türbeyi de sarmış, türbenin içi bütün eşyası ve sandukası ile birlikte yanmıştır. I. Abdüihamid tarafından türbe tamir ettirilmiş, yenilenen kapı söveleri üstüne 1199 (1784-85) tarihli bir kitabe yerleştirilmiş, yeni sanduka ise bir Kabe örtüsüyle örtülmüştür. Sultan Abdülaziz de 1282’de (1865-66) türbeyi tamir ettirerek iç süslemesini yeniletmiştir. Son onarımlar Mehmed Reşad zamanında (1909-1918) ve 1952-1953 yıllarında yapılmıştır. Lâleli Camii Türbesi'ndeki alçı pencerelerin taklidi olan pencereler bu sonuncu onarımda konmuştur.
Türbe sekiz köşeli bir plana göre yapılmış olup üzerini tek kubbe örtmektedir. Giriş kısmında, kapı üstündeki saçağı taşıyan iki sütunlu bir sundurması vardır. Bu bölümün üstünü örten geniş saçak geç bir devirde ilâve edilmiştir. Türbenin dış mimarisi, pencere biçimi bakımından klasik Türk yapı sanatı geleneğine bağlı görünmekteyse de sekiz köşeli esas gövdenin köşelerini kuvvetlice destekleyen çıkıntı halindeki kare payeler ve bunların üzerinde binayı çepeçevre dolanan kademeli profilli silmeler barok üslûbunun açık delilleridir.
Türbenin içinde Fâtih Sultan Mehmed"den başkasına ait sanduka yoktur. Nitekim eski bir gravürde de sade bir sandukadan başka kubbesinde küçük kandillerin asılı olduğu görülür. Abdülaziz tarafından türbe yeniden döşendiğinde içi saraydan gönderilen birçok eşya ile süslendiği gibi kubbesine kristal bir avize asılmış, pencerelerine perdeler takılmıştır.
Türbenin içinde Fâtih Sultan Mehmed"den başkasına ait sanduka yoktur. Nitekim eski bir gravürde de sade bir sandukadan başka kubbesinde küçük kandillerin asılı olduğu görülür. Abdülaziz tarafından türbe yeniden döşendiğinde içi saraydan gönderilen birçok eşya ile süslendiği gibi kubbesine kristal bir avize asılmış, pencerelerine perdeler takılmıştır.
Fâtih Türbesi Türk edebiyatına, Tâcîzâde Cafer Çelebi'nin 1493'te yazdığı Hevesnâme'deki "Sıfâtı Mezârı Sultân Mehemmed" adlı manzum parça ve Abdülhak Hâmid'in 1877'ye doğru yazılarak ancak 1909'da yayımlanan "Merkadi Fâtih'i Ziyaret" adlı şiiriyle girmiştir. Bu şiirin, devrin iyi bir hattatına yazdınlarak şaire de imzalatılan kopyası bir levha halinde I. Dünya Savaşı'nda törenle türbeye konmuştur.
Gülbahar Hatun Türbesi. Fâtih Türbesi'nin az ilerisinde daha küçük ölçüde olmak üzere zevcesi Gülbahar Hatun'un ayn bir türbesi bulunmaktadır. Bu da sekiz köşeli bir plana sahip üzeri kubbe ile örtülü bir yapıdır. Genel dış görünüşü klasik Türk mimarisine daha sadık bir ifadeye sahip olmakla beraber üst sıra pencerelerin yuvarlak kemerli olması, bunun da 1766 zelzelesinden sonra geniş ölçüde onarıldığını belli etmektedir. Esasen bir belgede de 1181 (176768) tarihinde tamirin bittiği kaydedilmekte ve bu iş için yapılan harcamalar gösterilmektedir. Gülbahar Hatun Türbesi ayrıca 1782 yangınından zarar görmüş ve aynı yıl tamir edilmiştir. Burada Fâtih Sultan Mehmed'in zevcesinden istanbul'un su yollarını gösteren XVII. yüzyıla ait bir haritada Eski Fâtih Camii'nin tasviri başka bir kızı ile iki saraylının da kabri bulunmaktadır.
Gülbahar Hatun Türbesi. Fâtih Türbesi'nin az ilerisinde daha küçük ölçüde olmak üzere zevcesi Gülbahar Hatun'un ayn bir türbesi bulunmaktadır. Bu da sekiz köşeli bir plana sahip üzeri kubbe ile örtülü bir yapıdır. Genel dış görünüşü klasik Türk mimarisine daha sadık bir ifadeye sahip olmakla beraber üst sıra pencerelerin yuvarlak kemerli olması, bunun da 1766 zelzelesinden sonra geniş ölçüde onarıldığını belli etmektedir. Esasen bir belgede de 1181 (176768) tarihinde tamirin bittiği kaydedilmekte ve bu iş için yapılan harcamalar gösterilmektedir. Gülbahar Hatun Türbesi ayrıca 1782 yangınından zarar görmüş ve aynı yıl tamir edilmiştir. Burada Fâtih Sultan Mehmed'in zevcesinden istanbul'un su yollarını gösteren XVII. yüzyıla ait bir haritada Eski Fâtih Camii'nin tasviri başka bir kızı ile iki saraylının da kabri bulunmaktadır.
Nakşıdil Valide Sultan Türbesi. Fâtih Camii naziresine XIX. yüzyılda II. Mahmud'un annesi Nakşıdil Sultan için büyük bir türbe ile yanında bir de sebil inşa edilmiştir. Bu eser dalgalı hatları, dışarıdan dilimli büyük kubbesi, oval pencereleri, yaprak biçimindeki kabartma süsleriyle barok üslûbunun Türk türbe mimarisindeki başarılı bir örneğidir.
Kütüphane. Fâtih Camii ve Külliyesi'nin bir kütüphanesi de vardı. Ancak kütüphane İlk kurulduğunda müstakil bir binaya sahip değildi. İstanbul vakıf kütüphanelerinin altın devri olan XVIII. yüzyılda caminin kıble tarafına kubbeli ayrı bir kütüphane binası inşa edilmiştir. Bu bina da son yıllarda çatladığından boşaltılarak içindeki kitaplar Süleymaniye Kütüphanesi'ne taşınmıştır. 1742'de inşa edilen kütüphanenin dış avluya açılan ve mermer merdivenlerle çıkılan kapısından başka caminin içine açılan ikinci bir kapısı vardır. Burada korunan kitapların rutubetten zarar görmemesi için pek çok benzerinde olduğu gibi yapının altında bir mahzen bulunur. Fakat bakımsızlık yüzünden kubbe ve duvarlarda gittikçe büyüyen çatlaklar bugün son derece tehlikeli bir duruma gelmiştir. Bu yüzden kütüphanenin tamiri önemli bir problem halini almış bulunmaktadır.
Medreseler. Fâtih Sultan Mehmed, şehrin fethinin hemen arkasından Öğretim faaliyetlerinin sürdürülmesi için Bizans'ın en büyük manastırlarından Pantokrator Manastrfnın keşiş odalarını medreseye çevirmiş, kilisesini de camiye dönüştürmüş ve başına çağının ileri gelen ilim adamlarından Molla Zeyrek'i tayin etmişti. Ayrıca camiye çevrilen Ayasofyanın yanında kurulan ilk medresenin idaresi de Molla Hüsrev'e bırakılmıştır. Fâtih Camii'nin iki yanındaki medreselerin yapımı 1470'te tamamlanıncaya kadar dersler bu medreselerde yapıldı. Külliyenin en değerli elemanlarını meydana getiren medreseler böylece Türkleşen İstanbul'un en Önemli öğretim merkezi olarak şehirdeki üniversitenin ilk başlangıcını teşkil etti.
Caminin iki yanındaki medreselere Sahnı Semân adı verilmişti. Bu büyük medreselerin dışında yine iki yanlarda, arazinin meyilli olmasından dolayı daha aşağıda yer alan Tetimme denilen hazırlık medreseleri inşa edilmişti. Bunlardan Marmara tarafında olanlar, Edirnekapı yönünde uzanan Fevzi paşa caddesinin genişletilmesi sırasında bütünüyle yıktırılmış. Haliç tarafında olanların yerlerine de bir ilkokul yapılmıştır. Ancak tamamen yok edilmeden önce rölöveleri çıkarılmadığından Tetimme medreselerinin tam ve doğru planlan yerine sadece tahminlere dayanan planlan çizilebilmiştir. Ayrıca bu yapıların mimari özellikleri de bilinmemekte, üzerlerinin bir çatı ile örtülü olduğu tahmin edilmektedir. Büyük medreselerden Haliç tarafındakilere Bahri Siyah (Karadeniz), Marmara tarafindakilere Bahrı Sefıd (Akdeniz} medreseleri denilmektedir. Bunlar Saraçhanebaşı'ndan Edirnekapı'ya doğru Baş Kurşunlu, Baş Çifte Kurşunlu. Ayak Çifte Kurşunlu, Ayak Kurşunlu medreseleri diye adlandırılıyordu. Bu eğitim yapılarının her biri on dokuzar hücre ve birer büyük kubbeli dershanemescidden oluşmuştur. Taş ve tuğladan yapılmış olan bütün bu medreselerin ortalannda revaklı avlular vardır. Fâtih Külliyesinin medreseleri 1766 depreminde cami ve diğer müştemilât binaları ile birlikte büyük ölçüde zarar görmüş, dârüşşifâ ihmal edilirken medreseler cami ile beraber derhal onarılmıştır. Ancak Tetimme medreselerinin yıktırılmasından sonra toprak tabakasının cadde seviyesine kadar indirilmesi yüzünden Akdeniz medreselerinin yan duvarları tehlikeli duruma girdiğinden bunları kalın gergi demirleriyle destekleme gereği duyulmuştur. Fâtih Külliyesinin ayakta kalabilmiş sekiz büyük medresesi, 1955'ten itibaren zaman zaman Vakıflar İdaresi tarafından büyük ölçüde onarılarak öğrenci yurdu halinde kullanılmaktadır.
Tabhâne. Fâtih Külliyesi'nin önemli parçalarından olan tabhâne, Akdeniz tarafındaki Baş Kurşunlu Medresesinin ilerisinde İnşa edilmiştir. Esasında misafirhane olan bu bina da bir medrese mimarisine sahip olup itinalı bir işçilikle yapılmış ve tabhâne fonksiyonu kalktıktan sonra medrese olarak kullanılmıştır. Mescid mekânının herhalde 1766'da yıkılan kubbesi 1956'dan sonra yeniden yapılmıştır. Burada ayrıca gerek külliyenin görevlilerine, gerek tabhânede kalanlara ve gerekse medreselerde barınan öğrencilere yemek çıkaran aşhaneimaret bulunuyordu. Arazinin yüksek bir yerinde inşa edildiğinden binanın altında ayrıca bir kervansaray yapılmıştı.
Dârüşşifâ. Tabhânenin simetriğinde, Karadeniz tarafındaki medreselerinin hizasında İstanbul'un Türk dönemine ait ilk hastahanesi olan dârüşşifâ inşa edilmişti. Burası ortası açık avlulu, etrafında hücreleri olan medreseyi andırır bir yapı idi. Güney tarafında kubbeli bir mescid vardı. Arşivdeki bazı belgelere göre dârüşşifânın mütevellisi Osman Ağa, 27 Zilkade 1239 (24 Temmuz 1824) tarihli yazısı ile binanın 1160 ([17471, doğrusu 1179 11766] olacak) zelzelesinde hayli harap hale geldiğini, metruk halde bulunan yapının üzerindeki kurşunların eksilmekte olduğunu bildirerek bunların kaldırılmasını, dârüşşifânın da yıktırılarak arsasının satılmasını istemektedir. II. Mahmud ise dârüşşifânın ihyasını veya hana çevrilmesini uygun görerek Hassa mimarı Mustafa'nın bir keşif yapmasını emretmiştir. Mütevelli ile iyi uyuştuğu anlaşılan mimar raporunda, dârüşşifânın üstü ahşap çatılı otuz beş odalı bir hana dönüştürülmesinin çok masraflı olacağını İleri sürerek fazla gelir sağlamayacak bu proje yerine dârüşşifânın yıkılmasının ve ahşap evler yapılmak üzere arsanın satılmasının daha uygun olacağını bildirmiştir. Böylece dârüşşifânın hücreleri ortadan kalkmış, yalnız mihrap kısmı çıkıntı teşkil eden ve keşif planında yemekhane olarak gösterilen kubbeli mescid bırakılmıştır. Bu bölüm Demirciler Mescidi adıyla bir süre kullanılmış, hatta Paspatis tarafından eski bir Bizans kilisesi kalıntısı olduğu sanılarak öylece tanıtılmış ve bir süre yayınlara bu şekilde girmiştir. Arşivde bulunan plan, dârüşşifânın gerçek düzeniyle mahalle mescidi olan kısmını açıkça ortaya koymaktadır.
1870'lerde çizilen İstanbul planında dârüşşifânın yeri yapı adalarına bölünmüş olarak görülmektedir. Ayrıca eski fotoğraflarda mescidin büyük kubbesi de belirlidir. İstanbul'da derin izler bırakan 1894 zelzelesinde DârüşşifâDemirçiler Mescidi'nin önemli ölçüde harap olduğu anlaşılmaktadır. 1895'te bir harabe durumunda olan bu yapı 1908'de Çırçır, arkasından da 1918 yangınında çevredeki ahşap evlerin yanmasıyla daha da harap olmuştur. Geçen zaman içinde bir daha onarılmayan bu bölüm tamamen yok olmuş. Eski Şifâhâne ve Keresteciler sokaklarının sınırladığı parsellerde de evler yapılmıştır. Bunların aralarındaki boş arsalarda 1950'lere kadar görülebilen son duvar kalıntıları bugün yok olmuştur. Önceleri buradaki evler bütünüyle istimlâk edilerek eski temelleri üzerine dârüşşifânın ihya edilmesi ve burada bir Fatih Kültür Merkezi'nin yapılması tasarlanmış, fakat bu da gerçekleşmediğinden arsa ve evlerin yerine apartmanlar inşa edilmiştir. Bugün dârüşşifâdan hiçbir iz kalmamıştır.
Muvakkhhâne. Çörekçi ve Boyacı kapıları arasında, Fatih Meydam'na bakan bir yerde olan muvakkithânenin esas binasının eskiden yapıldığı ve sık sık ahşap olarak yenilendiği bilinmektedir. Sadrazam Hacı Mehmed Paşa tarafından 1163'te (1749-50) ve III. Selim zamanında (1789-1807) tamir ettirilmiş, I918yangınında ise tamamen yanarak ortadan kalkmıştır.
Hazîre. Fâtih Camii'nin, kıble tarafında etrafı duvarla çevrili olarak uzanan naziresinde aralarında sivil, asker, ulemâ ve meşâyihten ünlü şahsiyetler bulunan pek çok kişi yatmaktadır. Genellikle XIX. yüzyıla ait olan bu kabirler arasında Plevne kuşatmasının ünlü kumandanı Gazi Osman Paşanın da türbesi yer alır.
Hazîre. Fâtih Camii'nin, kıble tarafında etrafı duvarla çevrili olarak uzanan naziresinde aralarında sivil, asker, ulemâ ve meşâyihten ünlü şahsiyetler bulunan pek çok kişi yatmaktadır. Genellikle XIX. yüzyıla ait olan bu kabirler arasında Plevne kuşatmasının ünlü kumandanı Gazi Osman Paşanın da türbesi yer alır.
Kervansaray. Fâtih Külliyesi'nin kervansarayı tabhâne ile aşhaneimaretin altında bulunmaktadır. 1766 zelzelesinden sonra külliyenin zarar görmesinden endişe duyularak içi toprak doldurulmuş ve tonozu kısmen yıkılmış olan bu bölüm 1980'li yıllarda Vakıflar İdaresi tarafından temizlenerek tamir edilmiş ve cadde tarafında önüne yapılan yeni dükkânlarla birleştirilmiştir. Bu sırada kervansarayın içinde, ne işe yaradığı anlaşılmayan ve hiçbir taşıyıcı görevi bulunmayan dikili durumda kalın bir taş sütun ortaya çıkmıştır.
Çarşı (Arasta). Fâtih Külliyesi'nin güney tarafında birçok dükkândan meydana gelmiş, vakfiyelerde de adı geçen büyük bir çarşı bulunuyordu. XVII. yüzyılın ikinci yarısında yazıldıkları tahmin edilen ramazannâmelerden birinde burası, "Beş kapısı vardır ayan / Ehli dilden olmaz nihân / Dükkânları kagir bina / Cedîd oldu öyle seyrân" mısraları ile anlatılır. İçlerinde saraç esnafı yerleştiğinden Saraçlar, Kavaflar çarşısı veya Saraçhane olarak adlandırılan bu çarşıya ait dükkânlar XX. yüzyılın başlarında oldukça eksilmesine rağmen birçok dükkân gözü hâlâ duruyordu. 1918'de büyük Fatih yangınından sonra bunlar da ortadan kalktığından külliyenin evvelce oldukça geniş bir alanı kapladığı eski bir şehir planından anlaşılan çarşısından bugün pek bir şey kalmamıştır. Ancak günümüzde Saraçhanebaşı mahallesinde Dülgerzâde Camii'ne komşu kagir tonozlu bir iki dükkân hücresinin bu çarşının son kalıntıları olduğu sanılmaktadır.
Hamam. Külliyenin güney tarafında bir de hamam yapılmıştı. Burada arazi çevreye nazaran daha derin olduğundan ve hamam bu çukurun içinde bulunduğundan "Çukur Hamam" olarak adlandırılmıştır. 1766 depreminde büyük ölçüde zarar gören hamam daha sonra tamir edilmediğinden başka maksatlarla kullanılmış ve zamanla harap olmuştur. Gh. Texier ancak uzun aramalardan sonra hamamı bulabilmiş ve tam doğru olmayan bir planını çizerek yayımlamıştır. Çok büyük ve oldukça süslü bir yapı olduğu anlaşılan Çukur Hamam bu tarihten sonra o derece tahribe uğramıştır ki İstanbul hamamları hakkında bir kitap yazan H. Gtück 1917 yılında bu yapının en ufak bir izini bile bulamamıştır.
Fâtih Camii ve Külliyesi'nin İstanbul'un şiddetli her zelzelesinden zarar görmesi sağlam bir zemin üzerine oturmadığını gösterir. Tetimme medreseleri gibi ona destek olacak bazı unsurların ortadan kalkması da yapıya zarar vermiştir. İstanbul'un fethinden sonra kurulan bu ilk büyük selâtin külliyesinin bugün pek çok parçasının eksilmiş durumda olması şehrin Türk devri tarihi bakımından büyük bir kayıptır.
Fâtih Camii ve Külliyesi'nin İstanbul'un şiddetli her zelzelesinden zarar görmesi sağlam bir zemin üzerine oturmadığını gösterir. Tetimme medreseleri gibi ona destek olacak bazı unsurların ortadan kalkması da yapıya zarar vermiştir. İstanbul'un fethinden sonra kurulan bu ilk büyük selâtin külliyesinin bugün pek çok parçasının eksilmiş durumda olması şehrin Türk devri tarihi bakımından büyük bir kayıptır.
Kaynak: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
10:12
Yorum Yapılmamış
|
09:50
Yorum Yapılmamış
|
http://www.3dmekanlar.com/tr/ayasofya.html
09:30
Yorum Yapılmamış
Dünyada günümüze gelebilmiş sarayların en eskisi ve genişi Topkapı Sarayıdır. Atatürk’ün emri ile 1924 yılından beri müze olarak kullanılmaktadır. Konumu Halic’i, Boğaziçi’ni ve Marmara denizi gören, çok güzel manzaralı, İstanbul’un ilk kuruluş yeri olan bilinen akropol tepesidir. Tarihi İstanbul üçgen yarımadasının en uç noktasında, 5 km.yi bulan surlarla çevrili, 700.000 m2 özel araziye sahip bir komplekstir. İstanbul’un fethini 1453’te gerçekleştiren genç Fatih Sultan Mehmet, İmparatorluk tahtını bu şehre taşımıştı. Kurduğu ilk saray şehrin ortasında bulunmaktaydı. 1470’lerde yaptırdığı ikinci saraya, önceleri yeni saray, yakın tarihlerden beri de Topkapı Sarayı denilmektedir. Burası, tarihte bilinen diğer Türk sarayları gibi, klasik bir Türk sarayıdır. Değişik fonksiyonları olan, ağaçlarla gölgelendirilmiş, birbirini takip eden ve abidevi kapılarla ayrılmış avlulardan oluşmuştur.
Fonksiyonel yapılar bu avluların çevresine serpiştirilmiştir. Saray, kurulduğu çağdan başlayarak Sultanların yaptırdığı birçok değişiklik ve eklemelerle sürekli gelişmiştir. Sultanların 1853’te gösterişli Dolmabahçe Sarayına taşınmaları ile resmi saraylıktan çıkmış ve hızla harap olmaya yüz tutmuştu. Cumhuriyet döneminde 50 yılı aşan sürekli onarımlar Topkapı Sarayını eski sade güzelliğine kavuşturmuştur. Sarayda sergilenen müze parçalarının pek çoğu dünyada eşi-benzeri olmayan şaheserlerdir.
Saray olarak kullanıldığı devirlerdeki fonksiyonları, tarihteki diğer saraylara göre oldukça değişiktir. Burası imparatorluğun tek sahibi Sultanın resmi ikametgâhı olmakla beraber, resmi devlet işlerinin merkezi, bakanlar kurulunun toplandığı, devlet hazinesi, darphanesi ve arşivlerinin bulunduğu yerdi. İmparatorluğun en yüksek öğrenim kurumu, Sultanın ve devletin üniversitesi de sarayda bulunurdu.
Osmanlı Türk İmparatorluğunun kalbi, beyni ve her anlamdaki tek merkezi burasıydı. Kuruluşundan epey sonra da sultanların özel haremleri de bu saraya yerleştirilmişti. Osmanlı Türk İmparatorluğu Türklerin tarihte kurduğu 16 bağımsız devletten en uzun ömürlü ve en geniş topraklara sahip olanıdır.
622 yıl süren bu dev imparatorluk Akdeniz’i ve Karadeniz’i çevreleyen Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında yüzyıllarca hüküm sürmüştür. Değişik ırk ve değişik dinlerden pek çok ulusu idaresinde birleştirmiştir. Tarihte böylesine geniş topraklara bu kadar uzun süre hükmeden diğeri de Roma İmparatorluğudur.
Osmanlı Türk İmparatorluğunda 36 Sultan hüküm sürmüş ve 16. yy. başlarından itibaren, halifelik ünvanı ile de, İslam dünyasının dinsel hükümranlığını üstlenmiştir. Sarayda Sultanın özel avlusunda bulunan okulda eğitimini tamamlayan yetenekli memurlar, geniş imparatorluğun yönetimi ve örgütlenmesinde büyük bir sadakatla başarı göstermişlerdir. Vezir ve sadrazamların pek çoğu bu okulun mezunları idi.
Topkapı Sarayında gün ışığı ile başlayan hayat her adımda, her durumda, büyük tören ve katı protokol kurallarına bağlı idi. Asırları bulan kökleşmiş gelenek ve göreneklere herkesin uyması şarttı. Bu husus imparatorluğun çöküş devrinde bile kati kuraldı. Batı dünyası protokol usülleri, daima bu sarayın kurallarının etkisinde kalmıştır.
Topkapı Sarayının sahil köşk ve pavyonları geçen yüzyıl sonlarında tahrip olmuşlardır. Değişik çini, ağaç işleri ve mimari üslupları, Topkapı Sarayında Türk sanatının gelişmesini, üslup farklarının uyumunu en güzel şekilde gösterir.
BİRİNCİ AVLU
Sarayın birinci avlusuna Bab-ı Hümayun diye bilinen İmparatorluk kapısından girilir. Kapı dışındaki anıt çeşme 18. yy. Türk sanatının en güzel örneklerindendir. Birinci avluda saray fırınları, darphane, muhafız alayı, odun depoları ve aşağıdaki düzlüklerde özel sebze bahçeleri yer alırdı. Sarayın ilk yapısı Çinili Köşk ve Arkeoloji Müzeleri de bu avludadır. Girişi takiben solda 6. yy. Bizans eseri olan Aya İrini Müzesi yer alır.
İKİNCİ AVLU
Topkapı Sarayı Müzesinin ana girişi, ikinci kapı olan Bab-üs Selam, orta kapıdır. İkinci avlu devlet ve hükümetin yönetim merkezidir. Yalnızca sultanların at bindiği bu avluda, halktan resmi işi olanlar, özel ödeme günlerinde maaşlarını alan yeniçeri temsilcileri, elçi kabulleri ve devlet törenleri yapılırdı. 5-10 bin kişinin mevcut olabildiği törenlerde, tam bir sessizliğin hüküm sürdüğü bilinir. Sultanların katıldığı tören ve olaylarda imparatorluk tahtı bu avlunun diğer yanındaki kapının önüne yerleştirilir ve bir saygı ifadesi olarak tüm katılanlar elleri önlerinde kavuşmuş olarak dururlardı. Avlunun sol yanında kabinenin toplandığı yönetim bölümü yer alır. Sarayın tek kulesi de buradadır. Devlet adaletinin bu divanda dağıtılmasından dolayı buraya Adalet Kulesi denilirdi. Bu kuleden bütün İstanbul ve liman gözetlenebilirdi. Kulenin tek girişi harem kısmında bulunmaktadır. |
||
SİLAH KOLEKSİYONU VE DİVAN ODASI
Geniş saçaklı “Divan-ı Hümayun” bölümünün yanındaki büyük yapı devlet hazinesi idi. 8 kubbeli bina eski silahların modern biçimde sergilendiği zengin bir koleksiyondur. Sultanların kullandığı zırh ve silahlarla, saray ve ordu mensuplarının değişik çağlarda kullandıkları silahlar, diğer ülkelerden ele geçirilenlerle birlikte teşhirdedirler. . Hükümet üyelerine tahsis edilmiş Divan bölümü yanında sarayın tek kulesi Adalet Kulesi yükselir. Divan toplantıları Sadrazam başkanlığında toplanan Vezirler ve katipler ile yapılırdı. Sultanlar toplantıya katılmaz ancak, duvarda harem bölümüne açılan yüksek, perde ile kapalı bir pencereden toplantıyı dinleyebilirdi. Elçi kabullerinde ziyafet sofrası bu salonda kurulurdu.
MUTFAKLAR VE PORSELEN KOLEKSİYONU
İkinci avlunun sağ tarafında 20 bacalı saray mutfakları yer alır. Sarayda mevcudu 12.000”i geçen Çin ve Japon porselenlerinin 2500 kadarı bu bölümde sergilenmektedir. Buranın mutfak olarak kullanıldığı günlerde sayıları 1000’i geçen aşçı ve yardımcıları, sarayın değişik bölümlerine tahsis edilmiş yemekleri pişirip, gönderirlerdi. Günümüzdeki porselen teşhiri kronolojik ve modern bir sergidir. Dünyanın en zengin koleksiyonunun seçilmiş parçalarıdır. Mutfakların bir bölümü eskisi gibi muhafaza edilmiş, diğer bölümünde de İstanbul işi porselen eşya ve cam işi teşhire sunulmuştur. Ayrı bir bölümde gümüş eşya ve Avrupa porselenleri koleksiyonu yer alır. Eşsiz Çin seledonları giriş sağ salondadır. Mavi beyazlar, tek ve çok renkli porselen teşhirleri, Japon porselen salonu ile nihayetlenir. Helvahane bölümünde günlük yaşamda kullanılan madeni kapkacak, kahve takımları, tombaklar sergilenmektedir. ÜÇÜNCÜ AVLU Üçüncü avluya Bab-üs Saade denilen, Ak Hadım Ağaların kontrol altında tuttuğu, ancak özel izni olmayan hiç kimse geçemediği kapıdan, Sultanın özel avlusuna girilirdi. Saray Üniversitesi, Taht Odası, sultanın Hazine Dairesi ve Kutsal Emanetler bölümü bu kısımda yer alırdı. Sultanlar elçi kabullerini Taht Odasında yapar, yüksek devlet memurları ile de burada görüşürlerdi. Giriş karşısındaki taht odası hizmetkârları, güvenlik nedenleri ile sağır ve dilsiz kimselerden seçilirdi. Sultanın çeşitli, değişik hizmetlerini gören subay rütbeli personel aynı zamanda saray okulunun ileri gelenleriydi. Avlunun ortasında bulunan 18 yy. III Ahmet Kütüphanesi Barok üslubunun Türk mimarisine uyumunun tipik, güzel örneğidir.
HAREM
16 yy. ortalarına kadar şehrin başka semtindeki Eski Sarayda yerleşikti. Topkapı Sarayı Haremi dar uzun koridorlar, küçük iç avlular etrafına serpiştirilmiş 400 kadar odadan oluşmuştur. Burası çağlar boyunca değişikliklere uğrayarak gelişmiştir. Sultanın annesi, kız, erkek kardeşleri, ailenin diğer fertleri ve geniş aileye hizmet eden cariye ve harem ağalarının bulunduğu evin özel bölümü durumunda idi Harem. Dışarıya kesinlikle kapalı olan bu özel, Harem bölümü için asırlar boyu pek çok öyküler anlatılmıştır. Sultana ve ailesine hizmet verecek cariyeler, çeşitli ırkların en güzel ve sıhhatli kızları arasından seçilir veya hediye edilirlerdi. Çocuk yaşta hareme giren kızlar yıllar süren kati disiplin içinde yetiştirilirlerdi. Saray usullerini öğrendikten sonra, belirli sınıflara ayrılmış bu cariyelerden sultanın gözüne girebilenler, onun karısı bile olabilirdi. İmparatorlukta kraliçe unvanı yoktu. Haremin bütün idaresi sultanın annesinin elinde idi. Zenginlik ve ihtişamın yanında dedikodu, kin ve sultana daha yaklaşabilmek için mücadele, yaşamın bir parçası idi. Yeni bir sultanın tahta geçişi, eski sultanın hareminin bir başka saraya gönderilmesine sebep olurdu. İdaresi ve kişiliği zayıf sultanlar devirlerinde harem kadınları ve harem ağalarının yönetime etkileri ve çevirdikleri entrikalar hemen ortaya çıkardı. Bütün güzellikler, entrikalar ve çirkinlikleri ile birlikte haremde yaşam, çağdaşı kadın dünyasından üstün bir yaşam şekli idi. Harem bölümünün ancak bir kısmı ziyarete açıktır. Hareketli ve renkli eski günlerinin tam tersine loş koridorlar, boş odalar ziyaretçinin ancak hayal gücünde canlanabilir. Harem gezisi sultan annesine tahsis edilen bölüm ile 40 odalı kısımdan başlar. Büyük hamam ve kubbeli, geniş sultan salonu sonraki bölümlerdir. Her münasip yere çeşme ve ocak yerleştirilmiştir. Enteresan çeşmelerin aktığı havuzlu, büyük salon 16. yy. şahane çinileri ile süslü olup, III. Murat devri eseridir. Küçük kütüphane odasına ve çok enteresan meyve ve çiçek resimleri ile bezeli “yemiş odasına” salonun dip tarafından girilir. Harem turunun sonunda gezilen iki 16. yy. odası, camları güzel vitraylar ve duvarları zengin dekorla kaplıdır. Bu çift oda şehzadeye tahsis edilmişti.
ÜÇÜNCÜ AVLU
Üçüncü avluya Bab-üs Saade denilen, Ak Hadım Ağaların kontrol altında tuttuğu, ancak özel izni olmayan hiç kimse geçemediği kapıdan, Sultanın özel avlusuna girilirdi. Saray Üniversitesi, Taht Odası, sultanın Hazine Dairesi ve Kutsal Emanetler bölümü bu kısımda yer alırdı. Sultanlar elçi kabullerini Taht Odasında yapar, yüksek devlet memurları ile de burada görüşürlerdi. Giriş karşısındaki taht odası hizmetkârları, güvenlik nedenleri ile sağır ve dilsiz kimselerden seçilirdi. Sultanın çeşitli, değişik hizmetlerini gören subay rütbeli personel aynı zamanda saray okulunun ileri gelenleriydi.
Avlunun ortasında bulunan 18 yy. III Ahmet Kütüphanesi Barok üslubunun Türk mimarisine uyumunun tipik, güzel örneğidir.
ELBİSELER
Avlunun sağ yan bölümünde teşhir edilen sultan elbiseleri koleksiyonunun, dünyada bir benzeri yoktur. Özel saray tezgâhlarında, elde yapılmış kumaşlardan dikilen elbiseler 15. yy.dan beri itina ile bohçalanıp, özel sandıklarda saklanmış olup tamamı 2500 kadardır. İpek, altın ve gümüş simlerle işlenmiş elbiseler yanında, Türk Sanatının şaheserleri olan Sultanların kullandığı ipek halı, özel seccade örnekleri de teşhir edilmektedir.
HAZİNE
Topkapı Sarayı müzesinin hazine koleksiyonu dünyanın en zengin, bir numaralı koleksiyonudur. 4 odada teşhir edilen eserler otantik ve orjinaldir. Değişik yüzyıllardaki Türk mücevherat işçiliğinin şaheserleri, Uzak-Doğu, Hint ve Avrupa eserleri ile birlikte seyredenleri büyüler. Hazine Bölümü sergilemesi 2001 yılında modernize edilerek değiştirilmiştir. İlave bir ücret ile gezilebilen bölümde ilk odada Osmanlı İmparatorluğunun değişik çağlarda kullandığı biri som altın kaplamalı diğeri benzersiz mine ve kıymetli taşlarla süslenmiş, bir diğeri abanoz ağacı ve üzerine fildişi kakma motifli, ötekisi bağa ve sedef kakmalı, kıymetli taşlarla süslü dört taht ve sultanların nadide taşlarla süslü sorguçları, iri taşlı zümrüt askıları yer alır. İkinci odada Rus-Çin-İran-Hind el işi güzel eserler, devlet madalyonları sergilenmektedir. Üçüncü salon vitrinlerini Yeşim, tutya ve neceften yapılma eşsiz eserler, bir 16 yy. merasim miğferi, her biri 48 kg som altından yapılan iki büyük şamdan süsler. Dördüncü salonda merasim kılıç ve hançerleri, takı ve yüzükler yanında Sarayın sembolü Topkapı hançeri, Kaşıkçı Elması, III Mustafa’nın süslü zırhı ve altın üzeri değerli taşlarla süslü beşik sergilenmektedir. Üçüncü odayı dördüncüye bağlayan, Boğaziçi’nin girişine ve Asya sahiline hakim şahane manzaralı bir balkon vardır.
SAAT KOLEKSİYONU BÖLÜMÜ
Kutsal emanetlerin yanındaki oda, dünyanın en zengin koleksiyonudur. Giriş sağ tarafında Türk sanatkârlarını saatleri yer alır. Çok değerli duvar ve masa saatleri, cep saatleri 16-19. yy.lar arası tarihlenir. Değişik markalar saraya hediye edilmişlerdi. Salonun en büyük saati 3.5 metre boyunda ve 1 metre eninde İngiliz malı olup, içinde bir org vardır. Cep saatleri arasında Sultan Abdülmecit ve Abdülaziz’lerin portreli saatleri enteresandır. Kubbeden aşağıya sarkan kuş kafesinin altı enteresan, mineli bir saattir.
KUTSAL EMANETLER BÖLÜMÜ
16 yy. Mısır’ın fethini takiben saraya getirilen İslam'ın kutsal emanetleri o tarihten beri bu bölümde muhafaza edilmektedirler. Emanetlerin sergilenmesinden önce, bölüm Taht Odası olarak kullanılmıştı. Kubbeli odaların duvarları çinilerle kaplıdır. Hz.Muhammed’in kılıçları, yayı ve değerli bir kutu içerisinde muhafaza edilen hırkası koleksiyonun önemli parçalarıdır. Odadaki büyük, süslü işlemeli, kubbeli kafes gümüşten mamuldür. Diğer oda vitrinlerinde Peygamberin, mührü, sakal kılları, mektup ve ayak izleri sergilenmektedir. İlk el yazma Kuranlardan birisi, Kâbe’nin anahtarları, önemli kişilerin kılıçları diğer eserlerdir.
SULTAN PORTRELERİ GALERİSİ
Kutsal Emanetler bölümü ile Hazine arasında, müze müdüriyetinin bulunduğu önü sütunlu binadadır. Büyük salonda zaman, zaman değiştirilen sergiler yer alır. Topkapı Sarayı Müzesinde zengin, değişik belgeler, kitaplar, minyatürler, yazı takımları gibi kıymetli eserler bulunmaktadır. Bu nadide parçalar buradaki salonda zaman içerisinde sergilenir. Salonun balkon şeklindeki galeri duvarlarında Sultanların yağlı boya tabloları bulunmaktadır.
DÖRDÜNCÜ AVLU
Sarayın üçüncü avlusundan koridorlar ile dördüncü avluya, bahçeler içindeki pavyonlara geçilir. Burada sarayın tek ahşap pavyonu, 17. yy. zengin işlemeli ve çinilerle süslü Bağdat ve Revan köşkleri ve nihayet saraya inşa edilen en son yapı olan Mecidiye köşkü yer alır. Köşkün alt katı ziyaretçilere ayrılmış lokantadır. Bağdat köşkünün önündeki teras Haliç, Galata bölümü ve Eski İstanbul’un kubbeler ve minarelerden oluşan eşsiz manzarasının birlikte seyredilebileceği en uygun yerdir. Saray yamaç bahçeleri halka tahsis edilmiş büyük bir şehir parkıdır.
|
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)